Sivil Cumalar yeniden başlamalı – ABDÜLBASİT BİLDİRİCİ

Sivil Cuma namazları belli bir süre kılındıktan sonra terk edilmiştir. Bu uygulama tekrar başlatılmalıdır. Çünkü Cuma hutbelerinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından gönderilen hutbeler okutulmaktadır. Bu hutbeler ise çoğunlukla siyasi içerikli olmaktadır. Bu durum mütedeyyin Kürt halkı nezdinde ciddi anlamda rahatsızlık doğurmaktadır.

Hiç şüphesiz bütün ideolojiler beşeri olup tamamen insan aklının ürünüdür. İnsanlar/insanlık mevcut sorunlara çözüm üretmek için sistematik düşünce şekilleri oluşturmuştur. Türk Dil Kurumu’nun resmi sözlüğünde ideoloji şöyle tanımlanmaktadır: “Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü.” Bu bağlamda sosyalizm, komünizm, klasisizm gibi İslamcılık da beşeri bir ideolojidir. Kaynağını dinden aldığını iddia etmesi, hatta yer yer alıyor olması, İslamcılığı beşeri bir ideoloji olmaktan çıkarmamaktadır. 

İslam ile İslamcılık bu nedenle apayrı şeylerdir. İslamcılık; Allah’ın Kuran-ı Kerim’inde beşeri bir alan olarak ve bilerek açık bıraktığı yönetişim alanının müslümanlar tarafından (bize göre Kuran’a tamamen aykırı olarak) ilahi ve evrensel kurallara tabi kılınması olarak tarif edilebilir. Oysa yönetim şeklinin ne olacağı hususu Kuran’da boş bırakılmış ve bu konuda bizce özellikle hüküm vaz edilmemiştir. Mesela Kuran, Süleyman ve Firavun kıyaslaması yapar. Süleyman’ın adaletini överken Firavun’un zulmünü yerer. Ancak ikisi de kraldır. Krallık şeklindeki bir yönetimin iyi ya da kötü olduğuna değinmez. Yönetimin hangi şekilde olacağı hususunda bir kural koymazken ısrarla yönetimde adalet kavramı üzerinde durur. Bu yüzden Kuran-ı Kerim’de krallığın iyi, demokrasinin kötü ya da demokrasinin iyi, krallığın kötü olduğuna ilişkin bir hüküm bulamazsınız. Bu durum krallık ve demokrasi ikileminde geçerli olduğu gibi diğer hususlarda da geçerlidir. Basit bir şekilde izah etmek gerekirse Kuran şunu söyler: İstediğiniz şekilde yönetin ama adaletle yönetin, adaletli yönetin. 

Bunun gibi Kuran’ın hukuka (şeriata) ilişkin vaz ettiği bütün hükümler de (bize göre) tarihsel olup evrensel hükümler değildir. Haliyle şeriatın da beşeri bir olgu olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Şeriat sözcüğü, hukuk sözcüğüyle eş anlamlı bir kelime olarak kabul edilmektedir. Hukuk ise tamamen beşeri bir kavramdır. Hukukun ilkeleri evrensel ancak kazuistik (yani tek tek vakalara ilişkin vaz edilen hükümler) yöntemli kuralları beşeridir. Hukukçular haklı olarak hukuku (şeriatı) özü itibariyle değişken ve hareketli, canlı bir organizmaya benzetirler. Bu yönüyle hukukun stabil, durağan bir kurallar bütünü olarak kabul edilmesi mümkün değildir. 

Şeriatın (hukukun) tarihselliği ve İslamcılığın beşeriliği ayrı ve etraflı bir yazının konusudur. Bu yüzden başlığında din bulunan bir yazıda bu önemli hususa kısaca da olsa değinmek ehemmiyet arz etmektedir. Biz ise bu yazımızda genel olarak İslami duyarlılıkların politik tercihlere yön vermesi, özel olarak da Kürt halkının İslami duyarlılığının politik tercihlerini yönlendirmesi, bu hususta egemen güçlerin dini politik bir enstrüman gibi kullanması ve bu gayriahlaki/gayriinsani durumun yarattığı olumsuzlukların nasıl giderilebileceği üzerinde durmaya çalışacağız. 

İslami duyarlılıklarımız ve politik tercihlerimiz

Geleneksel dine tabi ve şeriatın evrenselliğinden hiçbir şekilde taviz vermeyen Müslüman toplumların politik tercihlerinin belirlenmesinde hiç şüphesiz en etkili husus, şeriatın evrenselliğine olan sarsılmaz inançtır. Hal böyle olunca bir İslamcılık eleştirisinin gelişmesi de bu şartlarda neredeyse imkansız hale gelmektedir. 

Geleneksel olarak Müslüman olan Kürtlerin kahir ekseriyeti açısından ne zaman Kürdistan sorunu söz konusu olsa hemen din eksenli ve özellikle şeriat eksenli bir çözüm yönteminin olmazsa olmazlığı üzerinde durulur. Bu nedenle Kürt sorununu çözme iddiasındaki, İslam’a göre de beşeri olması gereken bir siyasi hareketin neden şeriata dayalı bir yapı olmadığı sorusu, sorunun çözümü noktasında belirleyici bir hal almaktadır. Giderek durum öyle bir hale gelmektedir ki Kürt halkının/milletinin yaşadığı derin sömürge ve bu sömürge halinin en büyük yansıması olan asimilasyon gibi sorunlar unutulmakta ve mesele tamamen (burada) ideolojik bir boyuta indirgenmektedir. 

Öcalan’ın çıkışları, Kemalizm’i minimize ediyor

Kürt hareketinin sol tandanslı bir hareket olması, geniş kitlelerce dinin karşısında yer aldığı şeklinde bir kabulle sonuçlanmaktadır. Bunun böyle olmasında Kürt hareketinin ilk zamanlarında takındığı kaba Marksist tutumun etkisi bulunduğu gibi devletin sol yaklaşımı “din düşmanı“ olarak lanse etmesi ve lanse ediliş şeklinin kabul görmesinin de etkisi bulunmaktadır. Bir başka etki ise Kürt solunun dahi özünde Kemalist bir solculuğun etkisi sonrası doğum yapmış olmasıdır. Her ne kadar Kürt hareketi Kemalizm’e karşı en etkili ve sert bir çıkışı gerçekleştirmiş olsa da özellikle dine yaklaşım konusunda ilk zamanlarda aynı karşı çıkışı gerçekleştirememiştir. Kürt hareketinin özellikle tabanında din ile ilişki anlamında hala Kemalist kırıntıların bulunduğunu söylemek imkan dahilindedir. Buna karşılık özellikle Sayın Öcalan’ın cesur ve yerinde çıkışları neticesinde (bağımsız Cuma namazları, Demokratik İslam Kongresi girişimi vs) Kürt solunun etkisinde kaldığı Kemalist kırıntıların minimize olmaya başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Saray sahibi Müslüman, Mujica’dan evla mı?

Sol yaklaşım ile ilgili farklı bir bakış açısı daha bulunmaktadır. Garip bir şekilde sol yaklaşım biçimi tamamen din karşıtı olarak algılanırken sağcı/kapitalist yaklaşım biçimi dinin dostu hatta çoğu zaman dinin kendisi olarak algılanmaktadır. Bu algılanma biçimi ise küçümsenemeyecek oranda etkilidir. Bu yüzden de sağ yaklaşım, gelinen noktada sanki dinin özüymüş gibi, din ile hiçbir sorunu yokmuş gibi sunulmakta ve bu durum Türk-Kürt ayrımı olmaksızın geniş kitleler tarafından kabul görmektedir. Örneğin Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica gibi bir solcu, son derece mütevazı bir hayat sürerken Müslüman devlet başkanlarının saraylarda yaşamasının İslami açıdan hiçbir sorun teşkil etmediği düşünülmektedir. Bu durumda solcu (belki de ateist) bir devlet başkanının yaşadığı halkçı/mütevazı hayatın saraylarda ve şatafat içinde yaşayan Müslüman bir devlet başkanının hayatından çok daha Müslümanca bir yaşam tarzı olduğu gözden kaçırılmaktadır. Bu durumda birinin solcu olması, esasında son derece Müslümanca hasletler olan halkçılık gibi bütün güzelliklerini görünmez kılmasına yetmektedir. Buna karşılık her türlü yolsuzluğa bulaşmış ve ahlaki değerleri ayaklar altına almış ve tam kapitalist bir yaklaşım sergileyen bir yöneticinin/yönetim şeklinin kişiyle Rabbi arasındaki dini bir takım ritüelleri yerine getirmesi, geride kalan bütün olumsuz yönlerini örtebilmektedir. Böylece yönetimin görünürdeki şekli ve öne çıkan bazı yönleri, adalet ve halkçılık gibi temel yönetim ilkelerine olan uzaklığını önemsiz bir hale getirmektedir. Oysa yukarıda verdiğimiz Firavun ile Süleyman örneğinde, Allah’ın yönetimin şekli ile ilgilenmediğine, aksine adalet ilkesi üzerinde durduğuna değinmiştik. 

Kardeşlik ya da din kardeşliği söylemi

Başından beri Kürtlerin hak taleplerinin önü birlik ve beraberlik söylemleri ile kesilmiştir. Öyle ki birlik, beraberlik ve kardeşlik gibi son derece önemli ve gerekli söylemler, Kürtlerin temel haklarının önündeki en büyük engel konumuna getirilmiştir. Kürt halkı geleneksel olarak Müslüman bir millettir. “Muhakkak ki tüm müminler kardeştir” sözü ise Kuran-ı Kerim’de zikredilmiş önemli ayetlerden biridir. Bu ayetle aynı dine inanan müminlerin birbirlerine kardeş gibi yaklaşmaları, birbirlerinin hakkını hukukunu gözetmeleri gerektiği tavsiye edilmektedir. Ancak bu güzel söylem başından beri devletin lehine Kürtlerin aleyhine kullanılmıştır. Özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan bütün milletler/halklar Türk milleti olarak isimlendirilmiş ve Kürtlerin de bunu kabul etmesi arzu edilmiştir. Başlatılan asimilasyon politikası ise oldukça etkili olmuş ancak bütün Kürtleri Türkleştirememiştir. Mevcut gidişatın farkına varan Kürtler ise bu gidişe dur demek için başkaldırmıştır. 

Turgut Özal’dan devralınan ‘İslam’la asimilasyon’ yöntemi

Bu süreç başladıktan sonra dinin kullanılması çok daha etkili bir şekilde sürdürülmüştür. Turgut Özal’ın Kürdistan’da helikopterlerden ayetler dağıtması, bunun çarpıcı örneğini oluşturur. Osmanlı zamanından beri uygulanan bu yöntemin en ateşli kullanıcılarından biri de hiç şüphesiz Erdoğan ve AKP hükümeti olmuştur. Bu bağlamda Kürdistan dışında hiçbir yerde seçim meydanlarında Kuran gösterilmemesi çarpıcıdır. Bir taraftan siyasetçiler ve din adamları aracılığıyla din kardeşliği söylemleri yayılırken öte yandan Kürt hareketinin din düşmanı ve kardeşlik, birlik, beraberlik düşmanı olduğu söylemi sürdürülmektedir. İlk zamanlarda kaba Marksist bir yaklaşıma sahip olan Kürt hareketinin bu yapısı da devletin ekmeğine yağ sürmüştür. Doğrusu Kürt hareketinin ilk zamanlardaki bu kaba Marksist söyleminin Kürt/Kürdistan sorunu konusunda duyarlı olan mütedeyyin Kürtler üzerinde bile olumsuz anlamda ve ciddi bir şekilde etkili olduğunu belirtmek gerekir. 

Zamanla bu kaba Marksist yaklaşım yerini daha gerçekçi ve dine/dindara saygılı bir tutuma bırakmıştır. Yaklaşımın bu şekilde değişmesinden sonra, Kürt hareketinin sahiplenilmesi dindar Kürt halkı içinde hatırı sayılır şekilde artmaya başlamıştır. Özellikle sivil Cuma namazları ve her dinin kendi dini faaliyetlerini rahat ve serbest bir şekilde yürütebileceğinin önerilmesi ile son zamanlarda oluşturulan Demokratik İslam Kongresi gibi oluşumlar etkili olmuştur. 7 Haziran seçimlerinde ise İslami camianın bilinen simalarının HDP’den aday olması, beklenen sahiplenmeyi artırmıştır. 

Kürt hareketinin dine ve dindara yaklaşımının devletin yaklaşımı gibi faydacıl bir yaklaşım olmaması önemlidir. Soruna insan hakları ve özgürlükler kapsamında yaklaşılmaktadır. Ancak Kemalizme karşı esasında en ciddi bir karşı çıkışı gerçekleştirmiş olan Kürt hareketinin/Kürt solunun özellikle tabanda ve dini konularda Kemalist kırıntılardan tam olarak kurtulduğunu söylemek ise şu an için mümkün görünmemektedir. Bu husus aşılması gereken hususlardandır.

İslamcılık/siyasal İslam eleştirisi yapmak ile yanlış ya da hatalı bile olsa halkın dini değer olarak kabul ettiği hususlarda eleştiri geliştirmenin ayrı şeyler olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Son iki seçimde belediyelerce asılan birkaç afişin tartışılmasını ve karşıtlar tarafından afişe edilmesi, üzerinde durulması gereken hususlardandır. Netice itibarıyla dindar ve mütedeyyin Kürtlerin dini söylem ve vurgular üzerinden manipüle edilmesi, egemen gücün uyguladığı ve uygulamaya devam edeceği bir yöntemdir.

Yapılması gerekenler

Kürt halkının önemli bir kesiminin ağırlıklı olarak dini söylemin etkisinde kalarak egemen gücün yanında yer alması bir sorundur. Ancak sorunun çözümü ile ilgili olarak çaba göstermesi gereken taraf hiç şüphesiz Kürt hareketidir. Kürt hareketinin en büyük özelliği, bir halk hareketi olmasıdır. Bu yüzden demokrasi ve insan hakları çerçevesinde, mütedeyyin Kürt halkının ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda faaliyet yürütülmesi icap etmektedir. 

Bunun için de genel olarak Kürt hareketinin dine ve dindara olan olumlu yaklaşımını artırarak/geliştirerek sürdürmesi gerekmektedir. Bu bağlamda somut olarak yapılması gereken birkaç husus şunlar olabilir:

* Sivil Cuma namazları belli bir süre kılındıktan sonra terk edilmiştir. Bu uygulama tekrar başlatılmalıdır. Çünkü Cuma hutbelerinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından gönderilen hutbeler okutulmaktadır. Bu hutbeler ise çoğunlukla siyasi içerikli olmaktadır. Bu durum mütedeyyin Kürt halkı nezdinde ciddi anlamda rahatsızlık doğurmaktadır. 

* Demokratik İslam Kongresi’nin çalışmaları hızlandırılmalı; çalışmalar daha çok halka inilerek sürdürülmelidir. DİK, çalışmalarını biraz daha özgür ve bağımsız bir şekilde sürdürmeli ve mümkün olduğu kadar siyasetten uzak tutmalıdır. Bu bağlamda Türk İslamcılığının düştüğü hataya düşülmemeli ve dinin politikaya alet edilmesinin önüne geçilmelidir. Unutulmaması gereken bir husus ise şudur: Bu tür çalışmalar ile belki de önümüzdeki on yıllar, hatta yüzyılların temelleri atılmaktadır. 

* Medrese sistemi uygulamasına geçilmesi için artık pratik adım atılmasının zamanı gelmiş bulunmaktadır. Büyükşehir belediyeleri olarak faaliyet yürüten Amed, Mêrdîn ve Wan illeri pilot bölgeler olarak belirlenmeli ve öncelikle bu üç ilde birer medrese inşa edilmelidir. Bu medreselerde dini tedrisat yapılmalıdır. Özellikle kadınlara yönelik olarak götürülecek böyle bir hizmet önemlidir. Bu husus ertelenemeyecek derecede hayati öneme haizdir. Ancak medrese sistemi tekrar inşa edilirken Türk İslamcılığının uyguladığı modelden özellikle uzak durulmalı ve mümkün olduğunca bu sistemin etkisinde kalınmamalıdır. Kürdistan tarihi aynı zamanda bir medreseler tarihidir. Öz itibariyle bu geleneğe bağlı kalınmalı ancak kaçınılmaz bazı değişikliklere de gidilmelidir. Unutulmaması gereken bir husus var ki, o da şudur: Kürdistan’da hiçbir zaman İslamcılık/siyasal İslam, hakim ve belirleyici olmamıştır. Çünkü Kürdistan’da yakın tarih itibariyle bir devlet deneyimi yaşanmamıştır. Ayrıntı gibi görünen bu husus, esasında Kürdistan için büyük bir şanstır. 

* Yapılan seçim çalışmalarında bu arada halkımızın talepleri de dinlenmiştir. Bu talepler içinde sistem dışı dini eğitim/öğretim veren kurum (Kur’an kursu) talebi hemen hemen her yerde dile getirilmiştir. Çünkü Kürt halkının çok büyük bir çoğunluğu artık sistem içi dini eğitim veren kurumlara mesafeli davranmaya başlamıştır. Bu mesafeli duruşun getirdiği bir boşluk bulunmaktadır. Bu boşluğu doldurmak ise Kürt hareketinin temel görevleri arasında yer almalıdır. Amiyane tabiriyle izah etmek gerekirse aynen şu cümleler ile bu talep dile getirilmektedir: “Biz çocuklarımızı cemaatlerin Kuran kurslarına gönderince Kürtlüklerini unutuyorlar. Adeta cemaatlerin malı oluyorlar. Bizden kopuyorlar. Bizim dediklerimizi değil cemaat imamlarının söylediklerini yapıyorlar. Devletin Kuran kurslarına gönderdiğimizde ise hırsız ve yalancı olup çıkıyorlar.” (Bu söylemler seçim çalışmalarında bizzat halk tarafından dile getirilen görüşlerdir. Bu yüzden olduğu gibi aktarıyorum.) Hasılı kelam; halkımızın Kürt hareketinden Kuran Kursu olarak isimlendirdiği yapılar kurulması yönünde beklentisi bulunmaktadır. 

* Son olarak Kürdistan’da genellikle imam dernekleri şeklinde örgütlenen yapılara daha çok önem verilmelidir. Bu yapıların bir taraftan kendi içinde mümkün olduğunca bağımsız olması için gerekenler yapılmalıyken öte taraftan özellikle bu yapıların yönetici ve üyelerine amiyane tabiriyle daha çok kıymet/değer verilmelidir. Çünkü din adamları geleneksel olarak Kürdistan’da önderler olarak kabul edilmektedir. Halk da din adamlarını böyle bir konumda görmek istemektedir.

Sonuç

Unutulmamalıdır ki Kürdistan sorununun çözümü büyük oranda din faktörünün egemen güç tarafından kullanılmasının önüne geçilmesi ile mümkün olabilecektir. Ancak bunun önüne geçmeye çalışılırken faydacıl davranma kolaycılığına düşmemeye gösterilen özen titizlikle sürdürülmeli ve insan hakları ile temel demokratik ilkelere uyulmaya devam edilmelidir. 

ABDÜLBASİT BİLDİRİCİ / Avukat, Wan Büyükşehir ve İpekyolu Belediyeleri Meclis Üyesi

Yorum bırakın