Ay: Ekim 2015

AKP’nin Adıyaman’da parayla oy satın aldığı görüntüler ortaya çıktı

Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesinde AKP’lilerin oy karşılığında para dağıtırken çekilen görüntüleri ortaya çıktı.

Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesinde AKP’lilerin oy karşılığında para dağıtırken çekilen görüntüleri ortaya çıktı.

AKP Gölbaşı İlçe Başkanı Nizami Yancar ve ilçe yöneticisi Mehmet Yücel olduğu belirlenen şahıslar AKP seçim bürosunda kurdukları masada imza karşılığında bazı kişilere para dağıtıyor. Görüntülerde yer alan konuşmalarda elinde liste bulunan ve parayı dağıtan kişi ‘Bir oyda siz getireceksiniz’ diyor. Bu kişi para karşılığında oylarını satan kişilerden parayla oylarını satacak başka kişiler bulmasını da istiyor. ANF/HABER MERKEZİ – OKTAY CANDEMİR

‘AKP tek başına iktidar olursa medyaya baskı artacak’

Cumhuriyet gazetesinin bulunduğu sokakta “güvenlik gerekçesiyle” polis ablukası devam ederken, Cumhuriyet Gazetesi Haber Koordinatörü Murat Sabuncu, “Eğer AKP tek başına iktidar olursa ne yazık ki baskının artacağını kimi tutuklamaların olacağını öngörmek mümkün” dedi.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından Cumhuriyet gazetesine gönderilen yazıda, gazete binasına saldırı olacağı ihbarı yapılmasının ardından gazetenin bulunduğu sokakta dün akşamdan itibaren alınan polis önlemleri devam ederken, Cumhuriyet Gazetesi Haber Koordinatörü Murat Sabuncu, Charlie Hebdo’ya yönelik saldırı zamanında da buna benzer ablukaya tabii tutulduklarını belirtti. Sabuncu, kendilerine gelen bilgiye göre, Antep’te yakalanan DAİŞ’lilerin üzerinden Cumhuriyet Ankara ve İstanbul bürolarının adreslerinin çıktığını hatırlattı. Sabuncu, dün gece saatlerinde İstanbul, Ankara ve İzmir’de polisin “güvenlik önlemi” adı altında gazetenin bulunduğu sokakları kapatarak, binaları ablukaya aldığını dile getirdi.

‘Charlie Hebdo zamanında bir ay abluka oluşturuldu’

Cumhuriyet çalışanlarının bu tür uygulamalara alışık olduğunu söyleyen Sabuncu, “Charlie Hebdo zamanında yaklaşık bir ay burada abluka oluşturuldu. Tabi seçimlere gidildiğinde bu konjonktürde herkesin aklına ilk gelen bir siyasi baskı sebebiyle alındığı yönündeydi. Ancak, bunun onbin katı da gelse Cumhuriyet çalışanları her zaman bildiğini yazar” diye konuştu.

‘Medya özgürlüğü bir bütün olarak bakılması gereken bir durumdur’

Türkiye medya tarihinde çok kötü günlerin yaşandığını vurgulayan Sabuncu, “Türkiye medya tarihinde ne yazık ki baskılar, 90’larda Özgür Gündem’e özellikle yapılan bombalamalar, oradaki meslektaşlarımızın öldürülmesi süreçleri yaşandı. Çok kötü günlerdi, şimdi de çok kötü günler. En son DİHA’dan bir arkadaşımızın bölgede kafasına silah dayandı” dedi.

“Kürt basını özgür değilse merkez medyada özgür değil, merkez medya özgür değilse Cemaat medyası da özgür değildir. Ben buna bir bütün olarak bakıyorum” diyen Sabuncu, AKP’nin tek başına iktidar olması halinde baskının daha da artacağını belirtti. Sabuncu, seçimden sonra baskı artabileceğini ama baskıya karşı duruşların daha da netleşeceği bir sürecin yaşanacağını belirtti. DİHA

Dünya Şirin’in eviydi

Ankara Katliamı’nda 102 kişiyle birlikte yaşamını yitiren Şirin Kılıçalp adı gibi örnek bir öğretmendi. Şirin’in cenazesi köyüme gelen ilk şehit cenazesiydi. Karacadağlılar ilk kez tek ses, tek yürekle hem ağlıyor hem de öfke sloganları atıyordu.

‘Şirin öğretmenim, sizi çok seviyordum. Sizin öldüğünüzü duyunca çok üzüldüm.”

Böyle yazmıştı bir çocuk, barış çağrısı uğruna hayatını kaybetmiş öğretmenine. Kiminin öğretmeni, kiminin evladı, kiminin arkadaşıydı. Şirin, benim uzaktaki yakınımdı.

Ankara’da yaşanan bombalı saldırıyla birçok ilki yaşadım aynı anda: İlk kez Kürdistan’ın acı günlerini memleketimde yaşadım; ilk kez empati kurmadan, yaşayarak üzüldüm.

Ne yapmalıydım, bilemiyordum. Bir süre haberleri okumamayı, önce olayın şokunu atlatıp kötüyü sindirmeyi planlamıştım. Planlı acı mı olurmuş!

Dakikalar sonra kardeşim aradı: “Seni arayıp aramamakta kararsızdım ama bilmen gerekiyor diye düşündüm. Şirin abla öldü…”

Şirin’i gözümün önüne getirdim. Ne kadar hayat doluydu. Ne kadar sevecendi.

Evlenmesini çok isteyen ailesine hayat duruşuyla cevap vermişti. İnsanları, doğayı, mesleğini sevdi ve bununla da yetindi. Bu yüzden tek bir insanın sevgisine ihtiyaç duymadı. Teyzem, taziye evine gelenlere, “Me Şirinê xwe bi bûk kir” (Şirin’imizi gelin ettik) diyordu. Tabutun üzerindeki duvak ile kadınların Şirin’e bakışı ne kadar duygusal. Onun bir hayat arkadaşının olmaması bir eksiklikti, onlara göre.

Ne zorluklarla okutmuştu annesi…

Öğretmen olmuştu. İdeali de anadili Kürtçe’de eğitim vermekti. İstanbul Kürt Enstitüsü’ndeki ilk eğitim gününe 4 gün kalmıştı.

Sami Tan Şirin’i anlatırken, “otantik, yöre Kürtçesi konuşurdu” dediğinde, özünü ne kadar benimsediğini anladım. Konya Kürtlerinin Kürtçesi, Ankara’da okuyan İstanbul’da yaşayan öğretmenin de kişiliğine karakteristik bir anlam katmıştı.

Asimilasyona direnen bir yaşam

Kuzenim Dîlan’a, “Bana Şirin’i anlat” dedim. Onu başkalarına anlatmak istiyordum çünkü.

Adı gibi olan, örnek bir öğretmendi. Çünkü Orta Anadolu’ya yüzyıllar önce gelmiş bir göçmen köyünde büyümüştü. Asimilasyona direnerek toplum yaşamına entegre oldu. Zorluklarla okudu. Şirin’i başkalarından dinleyince, herkesin onun farklı bir yanını tanıdığını gördüm. Tüm özellikleriyle ne kadar da güzel bir insanmış.

Eyleme birlikte gittiği arkadaşı Çiğdem’le heyecanını paylaşmış. Ondan kendisiyle İstanbul’a gelip ilk eğitim gününde yanında olmasını istemiş. Olay yerinde son konuşmaların bunun üzerine olduğunu bilmek, katliama farklı bir açıdan bakmama neden oluyor: Mutluluğunu paylaşan iki arkadaşın sohbetini, canını almakla sonlandıran bir devlet…

O devlet ki, hayallerin gerçekleştirilmesine engel oluyor, kimin öleceğine karar veriyordu.

Köyüme şehit cenazesi geldi, ilk defa. Özgürlük savaşçıların dahi cenazeleri gelmemişken, böyle bir cenaze, Karacadağ’a çok yabancıydı. Halk tek ses, tek yürekle hem ağlıyor hem de öfke sloganları atıyordu. Karacadağ ilk kez bu denli içten slogan attı.

‘Karacadağ böyle bir cenaze görmedi’

İlk kez, “Jin, jiyan, azadî” sloganı eşliğinde kadın, erkek birlikte yürüyüp barış şehidini sahipleniyordu.

Kadınların taziye evinde siyaset konuşmalarına ilk kez tanık olundu. Kadınların isyanı, erkeklerin öfkesi adeta bir ayaklanma olmuştu. Özgürlük mücadelesinin ilk adımları gibiydi.

Anneannemin, “Karacadağ böyle bir kalabalık, böyle bir cenaze görmedi. Bu nasıl bir devlettir, bize bu acıyı yaşatıyor” diyordu. Çünkü ben her zaman, “Orta Anadolu Kürtleri üzerindeki baskının kamufle edildiğine, bu yüzden halkın travma yaşamadığı sürece Kürdistan’da yaşanan olaylara en fazla empatiyle yaklaşacağını” düşündüm. Kürt annelerin tek yürek olduğu şehit evladının acısına, artık Orta Anadolu’nun anneleri de dahil ediliyor.

Acının bu boyutunu yaşayan halkın sandığa ne duygularla gideceğini tahmin edebiliyorum. Sandıkların kurulduğu yeri sloganlarla geçip cenazeye yürüyen halk, seçim gününde Şirin’i anımsayacak.

Kuzenim Dîlan ile Şirin hakkında konuştuğumda, onun için söylediği bir söz, bana bin duyguyu bir anda yaşattı: “Dünya onun eviydi.”

DÎLAN BİÇER

‘Milat’ ve ‘çarmıh’ arasında 1 Kasım seçimleri… 2 Kasım daha önemli

1 Kasım’da sonuç ne olursa olsun, esas meselenin Erdoğan’ın dayatacağı rejim isteğine nasıl karşı konulacağı olduğu açıktır. Ankara Katliamı’ndan beri Türkiye halklarının karşı karşıya olduğu Erdoğan rejimi ile bugün de, 1 Kasım’da da, 2 Kasım’da da karşı karşıya olunacaktır.

7 Haziran’da yapılan seçimin sonuçları üzerine çok sayıda siyasi değerlendirme yapıldı; yazıldı, çizildi. Özetlersek, Türkiye halkları tek başına yönetme hakkını hiçbir siyasi partiye vermedi, çözüm süreci HDP özelinde destek aldı, Erdoğan’ın “Başkanlık” talebi reddedildi. Bu siyasi mesajların yorumlanması ile teatral koalisyon görüşmeleri eş zamanlı olarak gerçekleştirildi. Sonuç ise, Erdoğan’ın istediği gibi, “süratle” erken seçime gidilmesine vardı.

Erdoğan ve AKP sandıktan çıkan siyasi mesajları anlayıp demokrasi yönünde adım atmak yerine, uzun süredir girdikleri yolsuzluk ve El Nusra/DAİŞ çukurunda kendilerini korumak için erken seçim stratejisini geliştirip tek başına iktidar/fiili başkanlık konumunu tekrar gündemleştirmek istedi. Bu çukurda korunmanın gerçekleştirilmesi, hem AKP hem de Saray için o gün olduğu kadar bugün de hayatidir.

‘Kürtler sandıktan kaçar, MHP’liler AKP’ye gelir’

AKP ve Erdoğan, çatışmaları yoğunlaştırarak bir yandan Kürtlere baskı uygulayıp sandıktan uzak tutmak, diğer yandan ise Kürtlere yoğun baskısıyla milliyetçi oyları almak amacındaydı. “Kürtler baskı gördükçe sandıktan kaçacak, milliyetçiler Kürtlere zulmü gördükçe AKP’ye yönelecek” tarzında bir AKP formülü Suruç Katliamı‘ndan beri devrededir. Bu strateji, mafyatik siyaset ile güçlendirildi. Ağzını açan AKP’li yetkili arsızca tehdit cümleleri kurdu. “Oy yoksa çözüm yok, oy yoksa sosyal yardım yok” tarzında söylemler, gazetelerin rutin haberi haline geldi. Kendi söylemini ve yaklaşımını bu tarz oluşturan AKP, HDP’nin söylem ve politika oluşturmamasını amaçladı. HDP’nin yüzde doksan üzeri oy aldığı tüm yerleşim yerlerini savaş alanına çevirdi. Buna paralel olarak ulusal-yerel tüm medya kuruluşlarına HDP’ye sansür uygulanması tehditleri ulaştırıldı. Tehditlerin bizzat Başbakan yardımcılarından biri tarafından yapıldığı da kamuoyuna HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş tarafından deklare edildi.

Her gün rutin asker ölüm haberleri, Kürtlere zulümler, AKP’li temsilcilerin televizyonlardaki hamaset söylemleri ile bu işi kotarabileceğini düşünen AKP ve Erdoğan için kötü gelişmeler çok gecikmeden açığa çıkmaya başladı. Bu gelişmeler ortaya çıktıkça Erdoğan ve AKP politikalarını revize etmeye ve şiddeti daha fazla öncülüne almaya başladı.

HDP, AKP planlarını bir bir boşa düşürdü

HDP üzerindeki ağır sansürün sosyal medya aracılığıyla büyük oranda işlevsizleştirilmesi, HDP’lilerin siyasal örgütlenmesini yerelden kurması, AKP için işlerin yolunda gitmeyeceğinin habercisi konumundaydı. AKP’li yetkililerin HDP’nin PKK’ye çağrı “yapmamasına” duacı olacak şekilde HDP’yi şiddet ile özdeşleştirme çabalarına karşın HDP’li yetkililerin eylemsizlik çağrısında ısrar etmesi, AKP stratejisinin sinir uçlarını dağıtacak cinstendi. Yine PKK’nin savaşın derinleştirilmesi isteğine karşı sergilediği hamleler, AKP’nin kendi kontrolünde tutmak istediği çatışmaları farklı bir yöne doğru evriltip toplum nezdinde AKP’nin makyajını döktü.

Kaos merkezli yönetim dönemi

Bu süreçler boyunca asker cenazelerinde otuz beş yıldır görülmemiş tepkilerin gelişmesi, Başkanlık isteğinden vazgeçilmediğine dair AKP’li açıklamaları ve nihayetinde kamuoyu araştırmaları ile de ortaya konmuş olan çatışmaları Erdoğan ve AKP’nin başlattığına dair toplum algısı, Saray ve ekibinin erken seçim stratejisini iflas ettirdi. Erken seçim stratejisinin iflas etmesiyle birlikte Saray, Ankara Katliamı’nı başlangıç seçerek yeni bir dönemin startını verdi. Bu yeni dönem, hem 1 Kasım öncesini hem de sonrasını içine alacak şekilde oluşturulan kaos merkezli yönetim dönemidir. Bu yönetim taktiğine göre ülkede çeşitli tehdit algıları oluşturulmaya, toplumdaki alarmizm ve seferberlik ise üst seviyeye çıkarılmaya çalışılacaktır. Yani ülkedeki olağanüstü siyasal hal, Saray ve çevresi tarafından öteki olarak kodlanan herkes için olağanlaştırılmış bir rejime dönüştürülmeye çalışılacaktır. Bu yönetim taktiğinin seçilme sebebi ise Erdoğan’ın kendi suçlu gerçekliğini ve seçimlerde kaybedeceğini görmesidir. Erdoğan, olağanüstü hali olağan rejim olarak kabul ettirebileceği ölçüde hem kendi suçlarını bir yargılamadan muaf tutabilecek hem de 1 Kasım seçimlerinden sonra da bu taktiği sürdürebilecektir. Bir kamuoyu araştırmasında çatışmalar başlamadan önce Türkiye toplumu ülkenin en büyük sorunları olarak ekonomi ve yolsuzluklara işaret ederken, çatışmaların başlaması ile bu sorunları unutmuş, çatışmalı ortamı en büyük sorun olarak görmeye başlamıştır. Yani Erdoğan, toplumdaki çatışmaları yoğunlaştırarak kendisine yönelen okları görünmez kılma üzerine bir strateji geliştirmektedir.

Taktiğin pratiği: Ankara

Amaçları aşikar olan bu yönetim taktiğinin hayata geçirilmesinin ilk adımında Türkiye halklarına Ankara Katliamı yaşatılmıştır. Ankara Katliamı, kaosa teslim edilmiş yönetim taktiğinin başlangıcıdır. Bu katliamda kimlerin tetikçi olduğu, azmettiricilerin kimler olduğu aleni bir şekilde ortadayken Erdoğan’ın ısrarla “DAİŞ-PKK-El Muhaberat” demesi tesadüf değildir. Erdoğan’a göre, “güzel vatan birçok yapının saldırısı altındadır ve bu süreç bir kurtuluş savaşını gerektirmektedir.” Böylesi bir tehdidin varlığı kabul ettirildiği anda Erdoğan için kaos merkezli yönetimin kapıları açılmış olacaktır.

Erdoğan’ın, bir şehitler hareketi olan PKK’nin şehitliklerini bombalatması ve Rojava’ya yönelik saldırgan tutumu, PKK’yi bu kaos merkezli yönetim taktiğinin lehinde çatışmaları derinleştirmeye davetti. Bu pencereden bakıldığında yıllardır Kürdistan’ın tüm illerinde örgütlenmesine izin verilen DAİŞ’in Amed’deki hücrelerine 26 Ekim’de baskın yapılması da Erdoğan’ın bu yönetim taktiğine hizmet eder niteliktedir. Yani ortada, oluşturulmak istenen bir algının olduğu gerçektir.

Erdoğan’ın olağanlaştırılmış bu olağandışı rejim dayatmasına karşı 1 Kasım seçimleri, Türkiye’deki toplumsal kesimler ve siyasi taraflar açısından tarihi niteliktedir. Çünkü Erdoğan, çağın ruhunu yakalamaktan uzak olan mevcut rejimi fiili bile olsa değiştirip yoluna öyle devam etmek istemektedir. Hepimizi Saray’a kuzu kuzu gidenler ile gitmeyenler ayrımı üzerinden “ötekinin siyasallaştırılması ve yok edilmeye hazır hale getirilmesi” yoluyla kodlamak, bu rejimin can damarını oluşturmaktadır. Dolayısıyla üzerimizde baskının, başımızda Erdoğan’ın, gözümüzde “penguen medyasının”, hukuksuzluğu hukuk edinmiş bir diktatörlüğün kaçınılmaz olarak sabitleneceği bir rejimle karşı karşıya kalmanın adresidir, 1 Kasım seçimleri. 2 Kasım’da beyaz Toros’ların bir istisna değil, kaide olarak hayatımıza girmesinin arifesidir, 1 Kasım.

2 Kasım daha kritik

1 Kasım’daki seçim, sadece sandıktan çıkacak siyasi partilerin sıralanarak hükümet etme yetkisini veya muhalefet pozisyonunu almasına değil, gelecekteki düşünce ve davranış biçimlerimizin belirleneceği bir yeni politika kurucu çağa işaret edecektir. Erdoğan’ın 2023 hedefi ile 1 Kasım sonuçlarını özdeşleştirmesinin sebebini bu gerçeklik oluşturmaktadır. 1 Kasım’dan çıkacak sonuç kadar 2 Kasım’da taraflarca belirlenecek siyasi pozisyon ve tavır da bu politika kurucu çağın renginin belirlenmesinde oldukça önemli olacaktır. Yani hem 1 Kasım sonuçları hem de 2 Kasım’daki siyasi tavırlar, Erdoğan’ın olağanlaştırılmış olağanüstü rejimini devam ettirip ettirmeyeceğine dair milat/çarmıh diyalektiğini işletecektir.

Birkaç hükümet senaryosu

Bu noktada 2 Kasım’ın da önemine vurgu yapmak üzere birkaç hükümet ihtimalinden bahsetmek, toplumsal beklenti senaryolarının da Erdoğan engeline tabi olduğunu göstermesi açısından yerinde olacaktır.

* 2 Kasım’a AKP’nin tek başına iktidarı ile uyanırsak Başkanlık sayısına ulaşamayan Erdoğan, kendi rejimini fiili olarak uygulamaya çalışacaktır.

* Olası bir AKP-MHP koalisyonu da Kürt kırımı üzerinden oluşacağı için toplumsal barışı olabildiğince uzak bir noktaya taşıyacak ve ülkedeki toplumsal gerilimler felaket bir senaryoyu ortaya çıkaracaktır. Bu iki ihtimalde de Erdoğan rejimi (Erdoğanland) devrede olacak, beyaz Toros’lar siyah ranger’lar özelinde varlığını yeniden üretecektir. Elbette ki bu durumun siyasal sonuçları mevcut toplumsal gerilimleri kopma noktasına getirecektir.

* Geniş bir sermaye grubu ve uluslararası akıllar tarafından talep edilen AKP-CHP koalisyonu, iki handikap ile karşı karşıyadır. Bu handikaplardan biri AKP’nin kendi üzerindeki Erdoğan tahakkümüne direnip direnemeyeceğidir. İkinci handikap ise çözüm süreci ve Türkiye’nin demokratikleşmesi üzerinden olası bir AKP-CHP koalisyonunun HDP’den rıza üretebilip üretemeyeceğidir. Çözüm sürecine onay vermiş, onayı da HDP tarafından tahkim edilmiş bir AKP-CHP koalisyonunun önünde de Erdoğan engeli olacaktır. Yani birinci handikap, ikincisinde de kendisini yeniden hissettirecektir.

* Bu koalisyon ihtimallerinin yanı sıra Erdoğan’ın varlığını en yüksek derecede tehdit edebilecek ve Türkiye’ye nefes aldıracağı birçok kesim tarafından kabul edilen CHP-HDP koalisyonu ihtimali de masadadır. Böylesi bir koalisyon, CHP’nin “yeni CHP” yaklaşımını sürdürmesi ve üstüne koyması şartıyla Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açabilecek bir potansiyele sahiptir. Fakat sayısal olarak bu koalisyonun hükümet onayı alması için yeterli milletvekili sayısına ulaşabileceğine dair inanç pek azdır. Dolayısıyla CHP-HDP olası koalisyonu konuşulurken yanına bir de, “beşinci parti tartışmaları” şeklinde adlandırılan tartışmaları eklemek gerekir. CHP-HDP koalisyonuna, AKP ve MHP’den kopan milletvekillerinden oluşturulmuş bir yeni parti grubunun, “ülkenin istikrarı ve bağırsaklarını temizlemesi” şartıyla destek vermesi ihtimal dahilindedir. Bu ihtimal bir yere not edilebilir.

Muhakkaktır ki, her bir koalisyon formülü çözüm süreci, dış politika ve ekonomi gibi konuların ayrıntılarında kendi rengine göre bir tavır ortaya koyacaktır. Fakat hem tarihsel hem siyasal hem de sosyolojik pencerelerden bakılınca Türkiye, hangi koalisyon formülü hayata geçmiş olursa olsun Kürt sorununun demokratik çözümü, dış politikanın değişmesi, ekonomi-hukuk-demokrasi terazisinin yeniden yapılandırılması ile karşı karşıya kalacaktır. Ve bu üç konudaki tavır da söz konusu koalisyon ortaklığının ömrünü belirleyecektir.

Seçimlerin hikmeti ve ‘Erdoğanland’

Seçimler ve sonuçları bir ülkedeki politikanın tümünü belirleyebilecek hikmete sahip değildir. Çünkü politika bugün birçok disiplin ile iç içe, iktidar mefhumunun merkezine konumlandığını iddia etse de bağışıklık sistemi oldukça etkilenen bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla, “Olası avantajlı seçim sonucuyla yoluma devam ederim” mantığı da, “Olumsuz sonuçlarda manipüle ederek yönetirim” mantığı da fazlasıyla işlevsel olmayacaktır. Bu kapsamda, çözüm sürecinde demokratik müzakerenin esas alınması, dış politikada mezhepçi ve barbar gruplara destek verilmemesi, ekonomide ülke içi demokrasinin ve adil bir hukuk düzeninin tesis edilmesi hususları kendilerini çağın ruhunun siyasal yansımaları olarak dayatırken, Erdoğanland’ın böyle bir çizgiye evrilmesini beklemek mümkün değildir. Bu yüzden kaosu esas almayacak şekilde kurulması muhtemel tüm hükümet formüllerinin Erdoğan ile gerilimli olacağı nettir. Çünkü Erdoğan, sadece hükümetin Cumhurbaşkanı’na saygı duyması ile yetinmeyecek, fiili sultanlığı uygulamak isteyecektir.

1 Kasım’da sonuç ne olursa olsun esas meselenin Erdoğan’ın dayatacağı rejim isteğine nasıl karşı konulacağı olduğu açıktır. Ankara Katliamı’ndan beri Türkiye halklarının karşı karşıya olduğu Erdoğan rejimi ile bugün de, 1 Kasım’da da, 2 Kasım’da da karşı karşıya olunacaktır. Çünkü Erdoğan’ın bahsettiği rejim bir milattan bahseder ki, herhangi bir milattan bahseden, çarmıhını hazır tutmak zorundadır. Böylesi bir milat tarihi kendisiyle başlatmak ister ki, toplumsal bellek her seferinde yeni bir direnişi de beraberinde getirir. Eskiye duyulan özlem kendisini belirginleştirdiğinde yeni olarak kodlarken, eskinin tüm muhalif damarlarını da kılcallarına kadar harekete geçirir. Bu diyalektik arasında çarmıh ortaya çıkar ve işlevsel hale gelir. 1 Kasım akşamı, tüm yalandan ihtişamı ile Erdoğanland’ın kağıttan kaplan olduğunu açığa çıkaracak kadar gücü kendinde barındırır. Önümüzde bir milat ve bir çarmıh vardır: 1 Kasım’da çıkan irade 2 Kasım’da şekillendirilebilirse Saray’a çarmıh, Türkiye halklarına milat olacaktır.

HASAN KILIÇ /  Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

Hilbijartina Tirkiyê û roja Koban

XELÎL DALKILIÇ
h.dalkilic@hotmail.de

Roja 1’ê Mijdarê, ji bo siberoja dewleta Tirk, rejîma 92 salî ya riziyayî û têkîliyên rejîmê yên bi Kurdan û civakên din ên ku hebûn û mafên wan tê înkarkirin re wê mesajên nû derêxe holê. Encamên hilbijartina giştî çi bibe bila bibe, rejîm êdî nikane bi dînamîk û têkîliyên kevin temenê xwe dirêjtir bike. Bi giştî rejîma Tirk û saziyên dewletê gişt ahenga xwe wenda kirine û êdî hevdu nagirin…

Her sê lingên rejîmê; parlamento, hikûmet û daraz tev bûne yê partiyekî û li devê Serokdewletê Tirk Recep Tayyîp Erdogan mêze dikin. Arteş û asayîş jî bûna wek notirvanên partiyekî. Dengê çapemeniya azad û ya opozîsyonê hatiye birrîn, ên mayî jî gişt bi yekdengî rolekî wek berdevkê Erdogan û partiya wî dilizîn. Bi her awayî dîktatoriyek a mîna yên din ên li Rojhilata Navîn li dar e…

Partiya serdest AKP û serokê wê yê pratîkî Erdogan ji bo dirêjkirina temenê desthilatdariya xwe, her cûre polîtîkayên zordestiyê xistine meriyetê. Lê ne dikanin tirsa xwe ji ser xwe bavêjin û ne jî dikanin dengê xelkê, mûxalefeta demokratîk û yê Kurdan bibirin. ‘Komara tirsê’ hatiye avakirin, lê xwediyê rejîmê ji herkesî zêdetir ditirsin…

Li hemberî vê yekê raya giştî ya cîhanî bi piranî bêdeng e û li gel vê yekê; dewletên serdest ên rojavayî piştgiriyê didin rejîma zordest û desthilatdarên wê, lê ev mijara analîzekî cûda ye…

Herkes bi baldarî dipê; ka encama hilbijartinê wê çawa be? Dengên AKP’ê wê kêmtir bin an na? Erdogan wê ji Tirkiyê bireve an na? Hêza Kurdan wê di parlamentoyê de zêde be an na? Piştî hilbijartinê kî wê bi kê re koalîsyonê çêke? Tansiyona siyasî ya bilind wê dakeve an na? Ji bo rojên aram hêvî wê bilindtir be an na? Û hwd…

Rejîma Tirk ji rastiya xelkên li Tirkiyê dûr ketiye, belawela ye û ji îro şûnde nikane ji pirsgirêkên civakî re çareseriyê peyda bike. Kinc li bedenê nayê, pirr teng û pirr kevin e; kincekî nû; yanî ji her hêlan ve hevpeymaniyeke civakî ya nû pêwîst e…

Şeva 1’ê Mijdarê nîşaneyên nû yên siyaseta Tirkiyê wê devkevin holê û her aktorên siyasî wê ji bo siyaseta nû zend û bendan badin ku bandora xwe li avakirina siyaseta nû bixin. Ne AKP, ne CHP û ne jî MHP çiqas dengan bistînin; bi tena serî xwe, an jî bi koalîsyonê bibin hikûmet jî ev partiyên rejîmê nema dikanin siyasetên xwe yên heta îro bi rehetî berdewam bikin, bi taybetî jî siyasetên xwe yên derbarê Kurdan de…

1’ê Mijdarê di heman demê de Roja Kobanê ya Cîhanî ye. Ji ber vê munasebetê, ji bo pîrozkirina berxwedanê û piştgiriya jinûve avakirina Kobanê û şoreşa Rojava, li seranserê cîhanê çalakiyên girseyî tên lidarxistin. Piştî berxwedaneke bêhempa û bedelên pirr giran Kobanê hovên DAÎŞ’ê têk birin û ji bo xwedî statûbûna Kurdan giştan deriyê serdemeke nû vekir. Berxwedan û serkeftina Kobanê feraset û siyasetên rejîmên herêmî yên li Rojhilata Navîn bi guhertina teqez re rû bi rû hişt. Rejîma Tirk jî piştî serketina Kobanê, hemû hêviya xwe ya tunekirina hebûn û vîna Kurdan wenda kir. Li Rojava û li Bakur bi hemû hêza xwe û bi bikaranîna hovên DAÎŞ’ê şerê li dijî Kurdan cardin gur kir, lê bi vê yekê re, hemû rewatiya xwe li hundir û li qadê navnetewî wenda kir…

Hilbijartina 1’ê Mijdarê nîşaneya bersiva vê pirsê wê derêxe holê; bi Erdogan û yên wekî wî ve şer û zilm an bi qebûlkirina vîna Kurdan re aştî, demokrasî û aramî…

Ez wer texmîn dikim ku partiyên nijadperest AKP û MHP wê hê lewaztir bibin, dengên partiya Kurdan û demokratan HDP’ê wê derkeve ser rêjeya ji sedî 15’ê, û ji bo çareserkirina pirsgirêka Kurdî deriyên nû wê vebin…

Yurttaş! Sandığı koru Demokrasiye sahip çık

VEYSİ SARISÖZEN

Fuat Avni alarm gibi bir enformasyon verdi. Hile yapacakların listesini, hile yapılacak illerin isimlerini, sahte plakalı araçları, “doldurulmuş torbaları” deşifre etti.

Erdoğan ve ekibi, masada duran kamuoyu yoklamalarında seçimi kaybettiklerini gördü.

Ali Babacan şöyle dedi: “Tablo bizim açımızdan çok rahat görünmüyor  Hem sahada hem kamuoyu yoklamalarında bu trend görülüyor.”

Tam bu laflar edilirken, ortaya “yeni kamuoyu yoklaması” adı altında bir “rakam” çıkıverdi. Adil Gür, birdenbire “AKP oylarının yüzde 47.5” olduğunu müjdeledi.

Bu atmasyonu hafife almayın. Atmasyonla  Babacan’ın “işimiz bitik” diye okunacak açıklamasını, bu ikisiyle de Fuat Avni’nin iddiasını birleştirin. Şu sonuca kolayca varacaksınız:

Evet, sandık tehlikede ve o nedenle de Türkiye tehlikede.

Yalnız sandık ve Türkiye değil, Gül’e, Arınç’a, Babacan’a ve onların arkadaşlarına söyleyelim ki, AKP de tehlikede. Yani sandığı ve Türkiye’yi “tehlikeye” sokarak AKP paçasını kurtaramaz. Yıkım büyük olur.

Nasıl olur?

Söyleyelim:

Önce, Oslo’da duruma “müdahil” olan İngiltere’nin önemli yayın organı Economist’ten bir alıntı yapalım:

“1 Kasım’daki seçimler, PKK’ya karşı savaşın yeniden başladığı, içeride intihar eylemlerinin düzenlendiği, özgür medyaya saldırıların yapıldığı, bağımsız savcı ve yargıçların açığa alındığı ve bazen Türkiye’nin üzücü bir şekilde IŞİD’li cihatçılara hoşgörülü olduğu duygusunun hakim olduğu bir dönemde yapılıyor. Bunun sorumlusu büyük ölçüde ülkenin müstebit Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan… Türkler, rakiplerine oy vererek ona karşı çıkmalı.”

“Müstebit Cumhurbaşkanı” tabiri, İngilizlerin Erdoğan’ı “artık Saddam” gibi gördüklerini gösteriyor.

Amerikalıların Erdoğan’a aldırmadan YPG ile ilgili peş peşe yaptıkları “ittifak” açıklamaları, bunlara karşı Erdoğan’ın “Obama’nın reklamcıları HDP’ye çalışıyor” diyerek ortaya koyduğu “tuhaf davranış” neyin ne olduğunu gösteriyor.

Bunları şu nedenle yazıyorum:

Eğer AKP’nin “üst akılsızlığı”, seçimlerde, Fuat Avni’nin sözünü ettiği türden “hile hurda, hokus pokus”larla “sandıktan diktatörlük” çıkartmayı düşünüyorsa, bunun “ecele çare” olmadığını bilmeliler. Ortadoğu “diktatörleri” gibi olurlar. “Seçimle” geldik lafı “oy gaspının” üstünü örtmez. Mursi’yi “sandıktan” çıkmak kurtarmadı. İpini NATO’ya bağlamış bir ülkede “zorla, hile ile, oy çalarak, seçim öncesi HDP’lileri tutuklayarak, PKK’ye savaş açarak, dönüp TV kanallarını kapatarak, gazeteleri basarak ve bir altın tekeline zorla el koyarak” iktidarı da gasp ettiğiniz zaman ve bütün bunları “Batıya karşı” yaptığınız zaman, “elinizdeki göçmenlerle” Avrupa’yı tehdit ederek, sonra dönüp, DAİŞ’e karşı savaşan ve bu haklı nedenle dünyanın desteğini alan PYD’yi “bombalayarak”, yani NATO’nun Güneydoğu kanadını “işe yaramaz hale” getirerek yaptığınız zaman, “darbe dinamiğini” kendi elinizle çalıştırmış olursunuz.

O halde…

Temiz bir seçimle, hilesiz sandıkla “tek başına iktidardan düşmeye” hemen şimdiden razı olunuz. Çünkü düşeceğiniz açık. Soru şu: Nasıl düşmek istiyorsunuz? Sizi demokratik parlamenter yolla ve tamamen “milli ve yerli” güçlerin eliyle mi düşürsünler? Yoksa hem sizi, hem de sizi demokratik, parlamenter yolla düşürmek isteyen güçleri hedef alan Sisi türü bir yolla mı düşürsünler?

Fuat Avni’nin deşifre ettiği ve Adil Gür’ün de hileli sonucu “meşrulaştırmaya” çalıştığı “hile yoluna” sapmanız, 2 Kasım günü Türkiye’yi sonucu bilinmeyen bir kaosa sokacak.

Şimdi önümüzde büyük bir fırsat var: Emin Çölaşan Sözcü gazetesinde “HDP’ye oy vermeye” çağırdı. Cumhuriyet, Sözcü, Hürriyet, Zaman AKP medyası karşısında özgür medyayla birleşti. AKP’nin içinde “çözüm sürecine” samimiyetle inananlarla, Erdoğan’ın “istiskaline” uğrayanlar azımsanmayacak bir güç. 2 Kasım’da bütün bu güçlerin “HDP’li Büyük Koalisyonu”, “suçlular dışında” herkes için bir kurtuluş umudu yaratıyor:

Yurttaş sandığa sahip çık Türkiye’yi kaostan ve darbeden koru…

Che’nin elini sıkmayın

SEZAİ SARIOĞLU
sarioglusezai@gmail.com

“1850’lerde Beyoğlu’na 

kurtlar inerdi…” 

Ahmet Mithat Efendi

Tarih başka halkların varlığını kabul edip “hazmetmek” sorunudur. Sevan Nişanyan’ın “Yanlış cumhuriyet”, Metin Alıok’un “Özgür acılar cumhuriyeti” gibi tanımlarının ötesinde, kolay lokma sanılarak Türk ve İslam dışındaki halkları ve inançları Kemal-i afiyetle “yemek” için kurulan “modern” Cumhuriyet, “hazımsızlık” projesidir. Başta Kürtler olmak üzere, tüm halklara ve özgürlük taleplerine karşı direnen bu tarihi “hazımsızlık” günümüzdeki sorunların da kaynağıdır. Tarih, “fetih” üzerine kurulunca geçmişle yüzleşip günün şifrelerini çözmek, demokratikleşmek ve “barış” mümkün olamıyor. Dil oyunlarından oluşan demagojiyle gerçeği karıştırmadan söylersek; devlet de onun gölgesinde ömür süren partiler de, “hazmetmek” bir yana Kürtlerin varlığını kabul etmiş değil.

Oysa Kürtler, Ortadoğu’da kurucu bir özne olmak için tarihe ineli çok oluyor. Tarihsel ve güncel sorunlar da içeren bu inişin, Ortadoğu’da ve Dünya’da hayırlara vesile olması beklenirken, bu yeni kolektif özne karşısında devlet inkarı dilin namlusuna sürmekle kalmıyor, HDP’nin varlığını bile kabul etmeyerek açmazını derinleştiriyor. Son zamanlarda HDP’nin meşruiyetinin PKK’ye ‘terörist’ deyip dememeye indirgenmesi de inkara ve hazımsızlığa dahil. Bırakalım devleti ve her soydan ve her boydan faşistleri, “sureti haktan” yana görülen “objektif” gazetecilerin, devletin kurusıkı sorularını sormaları, HDP’yi “asimile” ederek sistemin “evcil çocuğu” haline getirme taktiğinin bir parçası. Meşruiyetini tarihten alan yasal bir partinin, büyümesi için olmazsa olmaz olarak şart koşulan her şey, tersinden HDP’nin olmazsa olmazı olarak ahlaken siyaseten külliyen rettir. 

HDP, devletin ve medyanın çizdiği zeminde sayısal olarak “büyümenin” gerçekte tarihen ve siyaseten “küçülme” olduğunu bilecek kadar siyasetin çemberinden geçmiştir. Bu tasarlanmış sorular, şiddet tekelini elinde bulunduran devleti kutsamak bir yana, mazlumların meşru savunma hakkının algılanmadığının göstergesi. Bazıları geçmişte devrimci örgütlerin heveskarı olan bu gazetecilere naçizane önerimiz; bırakalım kadim tarihteki örnekleri; Paris Komünarların, 1917 Büyük Ekim ve Che’nin elini sıkmamaları, isimlerini ağızlarına almamalarıdır. Ayrıca bu “bayatlamış” kelam ve kalem hamlelerinin, daha önce edebiyat alanında da, Pınar Kür imzasıyla karşımıza çıktığını hatırlatmak isterim: 

“…. birçok kitabımda 12 Mart vardır. 12 Eylül yoktur. 12 Eylül bana hiçbir zaman ilham vermedi… 12 Mart niye verdi bu ilhamı onu söyleyeyim. Bir kere yaşım daha yakındı onlara. Bir de onlar gerçekten çok idealist ve çok masumdular. O masumiyetleri insanın içini yakar. Bir tek adam öldürülmedi 12 Mart’ta. Yani devlet öldürdü de. Bir tek insanı öldürmeden asıldı bu çocuklar, bombalandılar. Sinan, Deniz, Hüseyin, Yusuf, Mahir… Bunlar benim içimi yakan olaylardır. 12 Eylül’de kimse benim içimi yakmadı. Orada da gençler öldü ama onlar biraz yırtıcı geldi bana. 12 Mart’ta olan masumiyet yoktu onlarda.”

“Adalet duygusu” yerine “adalet korkusu” içeren bu söyleme göre; Almanya’da Hitler, İtalya’da Musolini, Portekiz’te Salazar, Şili’de Pinoche faşizmine karşı meşru savunma hakkını kullanarak mücadele eden hümanistinden, dindarına, demokratından komünistine kadar tüm anti-faşistler “masumiyet” yoksunudur. İspanya İç Savaşı’nda Franko Faşizmi’ne karşı, değişik ülkelerden gelerek Uluslararası Tugaylar’da gönüllü olarak mücadele eden ve bir kısmı ölen aydınlar, yazarlar, anti-faşist olmak kusuru işleyerek masumiyetlerini yitirmişlerdir! Bu söylemin bir başka versiyonu ise, başka ülkelerde faşizme karşı mücadele edenleri edebi veya siyasi bir hamasetle güzelleyen ama bu coğrafyanın anti-faşistlerini masumiyetten yoksun ve hatta “terörist” ilan eden anlayıştadır

Yarın tarihi bir seçim var. Benim sloganım “Damlaya damlaya sol olur”dan hareketle, “Bir oy çeksem karşıki iktidar yıkılır” şeklinde. Bu vesileyle, tarihin bu kritik aşamasında Büyük İskender’e “Gölge etme başka ihsan istemez” cümlesiyle tanıyıp sevdiğimiz Sinoplu Diyojen’i de bir başka misal ile hatırlatmak isterim: Günün birinde yolu Myndos’a (Gümüşlük) düşen Sinoplu Diyojen, nüfusu az ama kapıları çok büyük olan şehri görünce; “Kapayın kapıları şehir kaçmasın…” 

1 Kasım son şans mı?

SUAT BOZKUŞ
suatbozkus@gmail.com

Türk sağının demokrasi anlayışı çok dar ve hastalıklıdır. Demokrasi deyince sadece sandığı anlar. O da kendisi kazanırsa… Kendisi kazanamazsa sandığa da tekmeyi atar. Her türlü teröre ve askeri darbelere kucak açar.

1960’larda sol hızla gelişmeye başladı ve ilk defa meclise girdi. TİP, 15 milletvekili ile grup kurdu. 450 kişilik TBMM, 15 kişilik TİP grubuyla baş edemedi. Nispi temsil ve milli bakiye sistemine dayanan demokratik seçim yasalarını kaldırarak TİP’in grup kurmasını engellediler. Sokaklardaki mücadeleyi ezmek için de tetikçi katillerini solun üzerine sürdüler. Birçok cinayet işlediler ve katliam yaptılar. Ama bütün bunlar demokrasi mücadelesinin yükselmesini engelleyemedi. 68 kuşağı bütün ülkeyi ayağa kaldırmıştı. “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı. Bunu durdurmak gerekir” diyen faşist generaller Türk sağı ile işbirliği halinde darbe yaptılar. Solun liderleri asıldı, katledildi ve zindanlara dolduruldu.

Bu zulüm de mücadeleyi durduramadı. Dahası mücadele kısa sürede hızla yükselmeye başladı. 74-80 arası on bine yakın devrimci, ilerici gizli açık devlet çeteleri tarafından katledildi. Çoğunun faili hala meçhul. Belli olanlar da zaman aşımı vb. yollarla kurtarıldı. Bu yükseliş de 12 Eylül faşist darbesiyle durdurulmak istendi. Ağır baskı ve zulme, idamlara, işkencelere rağmen halk teslim alınamadı. Bir yandan Kürdistan halklarının silahlı direnişi, bir yandan da bütün ezilenlerin mücadelesi yükseldi. 12 Eylül faşist anayasasıyla kurulan sistem halk tarafından mahkum edildi. Halk artık darbe anayasası ve darbecilerin işbirlikçileri, suç ortakları tarafından yönetilmek istemiyor. 

Bütün farklılıkların eşitliğine, özgürlüğüne dayanan yeni demokratik bir anayasa temelinde, barış içinde yaşamak istiyor. Halklarımız bu tercihini 7 Haziran seçimlerinde net olarak ortaya koydu. Ama ne var ki AKP ve Erdoğan diktası halkın tercihine karşı saldırıya geçti. 7 Haziran öncesi başlattıkları kanlı saldırıları artarak sürdürdü. 7 Haziran seçimlerini geçersiz kılarak yeni seçim kararı aldı. AKP ve Erdoğan diktasının tek amacı HDP’yi meclis dışında bırakarak tek parti diktasını azgınca sürdürmektir. Bu amaçla hem HDP kadrolarına yönelik tutuklama, katletme operasyonları, hem de HDP’ye oy veren halka yönelik soykırım katliamları yapılıyor. Aylardır haberlerde, canlı yayınlarda izlemeye alıştırıldığımız Cizre, Şırnak, Nusaybin, Lice, Gever, Dersim ve diğer yerlerdeki sokağa çıkma yasağıyla sürdürülen zulüm gözler önündedir. Ankara’daki katliamın canlı bombası kim olursa olsun azmettiren, teşvik eden ve göz yuman AKP çetesidir. AKP-DAİŞ işbirliği Kobanê’den, Suruç’tan, Ankara’ya kadar sürmektedir. Şimdiye kadar zaten birlikte olan, kaybetme ve yok olma korkusu içindeki bu iki çete kader birliği yaparak iyice kenetlenmiştir. Erdoğan ve Davutoğlu’nun son açıklamaları DAİŞ ile işbirliğini açıkça ortaya sermiştir. DAİŞ yaptı denilen tüm saldırılara bir de bu açıdan bakmak, değerlendirmek gerekiyor.

İşte bu şartlarda yarın seçimler tekrarlanacak. Katliam tehditleriyle hiç miting yaptırılmayan, medyada ambargo uygulanan HDP ile cemaat medyasına bile el koyup saldıran, devletin bütün olanaklarını kendileri için kullanan Erdoğan-AKP diktası yarışacak. Hiç bir ahlaki, hukuki, insani değere saygı duymayan AKP diktası her yolla üste çıkmaya çalışıyor. Halk, ya AKP’nin hukuk dışı, insanlık dışı saldırılarına, tehditlerine, şantajlarına boyun eğecek ya da meydanlardaki gibi canı pahasına da olsa hepsine dur diyecek. Köle olarak yüz sene yaşamaktansa özgürce bir saniye yaşamak daha iyidir diyecek. Özgürlük yoksa zaten yaşam olmaz diyecek. “Direnmek yaşamaktır, Berxwedan Jîyane” diyecek. Özgürlük, demokratik özerklik ve özyönetim diyecek.

1 Kasım seçimleri sıradan bir seçim değil, ya özgürlük ya özgürlük seçimi olacak.

1 Kasım’da sadece HDP’ye oy vermek de yetmiyor. Sandıkları korumak ilk defa bu kadar önemli hale gelmiştir. HDP’nin kazanması özel savaş rejimine kesin bir darbe vuracak ve demokratik siyasi çözümün önünü açacaktır. Aslında bu AKP diktası için de bir fırsattır. Diktalarını sürdürmek uğruna iyice kana batıp boğulmadan çekip gitmeleri için son bir şanstır.

1 Kasım “Dünya Kobanê günü”dür.

Geçen sene DAİŞ çetesinin Kobanê kuşatmasına ve zulmüne son verilmişti.

Kobanê düşmedi, ayağa kalktı.

Bu sene de DAİŞ çetesinin Ankara zulmüne ve kuşatmasına son verilip çifte bayram kutlamak için görev başına… Ankara da düşmeyecek. Ayağa kalk Ankara!