7 Haziran’da yapılan seçimin sonuçları üzerine çok sayıda siyasi değerlendirme yapıldı; yazıldı, çizildi. Özetlersek, Türkiye halkları tek başına yönetme hakkını hiçbir siyasi partiye vermedi, çözüm süreci HDP özelinde destek aldı, Erdoğan’ın “Başkanlık” talebi reddedildi. Bu siyasi mesajların yorumlanması ile teatral koalisyon görüşmeleri eş zamanlı olarak gerçekleştirildi. Sonuç ise, Erdoğan’ın istediği gibi, “süratle” erken seçime gidilmesine vardı.
Erdoğan ve AKP sandıktan çıkan siyasi mesajları anlayıp demokrasi yönünde adım atmak yerine, uzun süredir girdikleri yolsuzluk ve El Nusra/DAİŞ çukurunda kendilerini korumak için erken seçim stratejisini geliştirip tek başına iktidar/fiili başkanlık konumunu tekrar gündemleştirmek istedi. Bu çukurda korunmanın gerçekleştirilmesi, hem AKP hem de Saray için o gün olduğu kadar bugün de hayatidir.
‘Kürtler sandıktan kaçar, MHP’liler AKP’ye gelir’
AKP ve Erdoğan, çatışmaları yoğunlaştırarak bir yandan Kürtlere baskı uygulayıp sandıktan uzak tutmak, diğer yandan ise Kürtlere yoğun baskısıyla milliyetçi oyları almak amacındaydı. “Kürtler baskı gördükçe sandıktan kaçacak, milliyetçiler Kürtlere zulmü gördükçe AKP’ye yönelecek” tarzında bir AKP formülü Suruç Katliamı‘ndan beri devrededir. Bu strateji, mafyatik siyaset ile güçlendirildi. Ağzını açan AKP’li yetkili arsızca tehdit cümleleri kurdu. “Oy yoksa çözüm yok, oy yoksa sosyal yardım yok” tarzında söylemler, gazetelerin rutin haberi haline geldi. Kendi söylemini ve yaklaşımını bu tarz oluşturan AKP, HDP’nin söylem ve politika oluşturmamasını amaçladı. HDP’nin yüzde doksan üzeri oy aldığı tüm yerleşim yerlerini savaş alanına çevirdi. Buna paralel olarak ulusal-yerel tüm medya kuruluşlarına HDP’ye sansür uygulanması tehditleri ulaştırıldı. Tehditlerin bizzat Başbakan yardımcılarından biri tarafından yapıldığı da kamuoyuna HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş tarafından deklare edildi.
Her gün rutin asker ölüm haberleri, Kürtlere zulümler, AKP’li temsilcilerin televizyonlardaki hamaset söylemleri ile bu işi kotarabileceğini düşünen AKP ve Erdoğan için kötü gelişmeler çok gecikmeden açığa çıkmaya başladı. Bu gelişmeler ortaya çıktıkça Erdoğan ve AKP politikalarını revize etmeye ve şiddeti daha fazla öncülüne almaya başladı.
HDP, AKP planlarını bir bir boşa düşürdü
HDP üzerindeki ağır sansürün sosyal medya aracılığıyla büyük oranda işlevsizleştirilmesi, HDP’lilerin siyasal örgütlenmesini yerelden kurması, AKP için işlerin yolunda gitmeyeceğinin habercisi konumundaydı. AKP’li yetkililerin HDP’nin PKK’ye çağrı “yapmamasına” duacı olacak şekilde HDP’yi şiddet ile özdeşleştirme çabalarına karşın HDP’li yetkililerin eylemsizlik çağrısında ısrar etmesi, AKP stratejisinin sinir uçlarını dağıtacak cinstendi. Yine PKK’nin savaşın derinleştirilmesi isteğine karşı sergilediği hamleler, AKP’nin kendi kontrolünde tutmak istediği çatışmaları farklı bir yöne doğru evriltip toplum nezdinde AKP’nin makyajını döktü.
Kaos merkezli yönetim dönemi
Bu süreçler boyunca asker cenazelerinde otuz beş yıldır görülmemiş tepkilerin gelişmesi, Başkanlık isteğinden vazgeçilmediğine dair AKP’li açıklamaları ve nihayetinde kamuoyu araştırmaları ile de ortaya konmuş olan çatışmaları Erdoğan ve AKP’nin başlattığına dair toplum algısı, Saray ve ekibinin erken seçim stratejisini iflas ettirdi. Erken seçim stratejisinin iflas etmesiyle birlikte Saray, Ankara Katliamı’nı başlangıç seçerek yeni bir dönemin startını verdi. Bu yeni dönem, hem 1 Kasım öncesini hem de sonrasını içine alacak şekilde oluşturulan kaos merkezli yönetim dönemidir. Bu yönetim taktiğine göre ülkede çeşitli tehdit algıları oluşturulmaya, toplumdaki alarmizm ve seferberlik ise üst seviyeye çıkarılmaya çalışılacaktır. Yani ülkedeki olağanüstü siyasal hal, Saray ve çevresi tarafından öteki olarak kodlanan herkes için olağanlaştırılmış bir rejime dönüştürülmeye çalışılacaktır. Bu yönetim taktiğinin seçilme sebebi ise Erdoğan’ın kendi suçlu gerçekliğini ve seçimlerde kaybedeceğini görmesidir. Erdoğan, olağanüstü hali olağan rejim olarak kabul ettirebileceği ölçüde hem kendi suçlarını bir yargılamadan muaf tutabilecek hem de 1 Kasım seçimlerinden sonra da bu taktiği sürdürebilecektir. Bir kamuoyu araştırmasında çatışmalar başlamadan önce Türkiye toplumu ülkenin en büyük sorunları olarak ekonomi ve yolsuzluklara işaret ederken, çatışmaların başlaması ile bu sorunları unutmuş, çatışmalı ortamı en büyük sorun olarak görmeye başlamıştır. Yani Erdoğan, toplumdaki çatışmaları yoğunlaştırarak kendisine yönelen okları görünmez kılma üzerine bir strateji geliştirmektedir.
Taktiğin pratiği: Ankara
Amaçları aşikar olan bu yönetim taktiğinin hayata geçirilmesinin ilk adımında Türkiye halklarına Ankara Katliamı yaşatılmıştır. Ankara Katliamı, kaosa teslim edilmiş yönetim taktiğinin başlangıcıdır. Bu katliamda kimlerin tetikçi olduğu, azmettiricilerin kimler olduğu aleni bir şekilde ortadayken Erdoğan’ın ısrarla “DAİŞ-PKK-El Muhaberat” demesi tesadüf değildir. Erdoğan’a göre, “güzel vatan birçok yapının saldırısı altındadır ve bu süreç bir kurtuluş savaşını gerektirmektedir.” Böylesi bir tehdidin varlığı kabul ettirildiği anda Erdoğan için kaos merkezli yönetimin kapıları açılmış olacaktır.
Erdoğan’ın, bir şehitler hareketi olan PKK’nin şehitliklerini bombalatması ve Rojava’ya yönelik saldırgan tutumu, PKK’yi bu kaos merkezli yönetim taktiğinin lehinde çatışmaları derinleştirmeye davetti. Bu pencereden bakıldığında yıllardır Kürdistan’ın tüm illerinde örgütlenmesine izin verilen DAİŞ’in Amed’deki hücrelerine 26 Ekim’de baskın yapılması da Erdoğan’ın bu yönetim taktiğine hizmet eder niteliktedir. Yani ortada, oluşturulmak istenen bir algının olduğu gerçektir.
Erdoğan’ın olağanlaştırılmış bu olağandışı rejim dayatmasına karşı 1 Kasım seçimleri, Türkiye’deki toplumsal kesimler ve siyasi taraflar açısından tarihi niteliktedir. Çünkü Erdoğan, çağın ruhunu yakalamaktan uzak olan mevcut rejimi fiili bile olsa değiştirip yoluna öyle devam etmek istemektedir. Hepimizi Saray’a kuzu kuzu gidenler ile gitmeyenler ayrımı üzerinden “ötekinin siyasallaştırılması ve yok edilmeye hazır hale getirilmesi” yoluyla kodlamak, bu rejimin can damarını oluşturmaktadır. Dolayısıyla üzerimizde baskının, başımızda Erdoğan’ın, gözümüzde “penguen medyasının”, hukuksuzluğu hukuk edinmiş bir diktatörlüğün kaçınılmaz olarak sabitleneceği bir rejimle karşı karşıya kalmanın adresidir, 1 Kasım seçimleri. 2 Kasım’da beyaz Toros’ların bir istisna değil, kaide olarak hayatımıza girmesinin arifesidir, 1 Kasım.
2 Kasım daha kritik
1 Kasım’daki seçim, sadece sandıktan çıkacak siyasi partilerin sıralanarak hükümet etme yetkisini veya muhalefet pozisyonunu almasına değil, gelecekteki düşünce ve davranış biçimlerimizin belirleneceği bir yeni politika kurucu çağa işaret edecektir. Erdoğan’ın 2023 hedefi ile 1 Kasım sonuçlarını özdeşleştirmesinin sebebini bu gerçeklik oluşturmaktadır. 1 Kasım’dan çıkacak sonuç kadar 2 Kasım’da taraflarca belirlenecek siyasi pozisyon ve tavır da bu politika kurucu çağın renginin belirlenmesinde oldukça önemli olacaktır. Yani hem 1 Kasım sonuçları hem de 2 Kasım’daki siyasi tavırlar, Erdoğan’ın olağanlaştırılmış olağanüstü rejimini devam ettirip ettirmeyeceğine dair milat/çarmıh diyalektiğini işletecektir.
Birkaç hükümet senaryosu
Bu noktada 2 Kasım’ın da önemine vurgu yapmak üzere birkaç hükümet ihtimalinden bahsetmek, toplumsal beklenti senaryolarının da Erdoğan engeline tabi olduğunu göstermesi açısından yerinde olacaktır.
* 2 Kasım’a AKP’nin tek başına iktidarı ile uyanırsak Başkanlık sayısına ulaşamayan Erdoğan, kendi rejimini fiili olarak uygulamaya çalışacaktır.
* Olası bir AKP-MHP koalisyonu da Kürt kırımı üzerinden oluşacağı için toplumsal barışı olabildiğince uzak bir noktaya taşıyacak ve ülkedeki toplumsal gerilimler felaket bir senaryoyu ortaya çıkaracaktır. Bu iki ihtimalde de Erdoğan rejimi (Erdoğanland) devrede olacak, beyaz Toros’lar siyah ranger’lar özelinde varlığını yeniden üretecektir. Elbette ki bu durumun siyasal sonuçları mevcut toplumsal gerilimleri kopma noktasına getirecektir.
* Geniş bir sermaye grubu ve uluslararası akıllar tarafından talep edilen AKP-CHP koalisyonu, iki handikap ile karşı karşıyadır. Bu handikaplardan biri AKP’nin kendi üzerindeki Erdoğan tahakkümüne direnip direnemeyeceğidir. İkinci handikap ise çözüm süreci ve Türkiye’nin demokratikleşmesi üzerinden olası bir AKP-CHP koalisyonunun HDP’den rıza üretebilip üretemeyeceğidir. Çözüm sürecine onay vermiş, onayı da HDP tarafından tahkim edilmiş bir AKP-CHP koalisyonunun önünde de Erdoğan engeli olacaktır. Yani birinci handikap, ikincisinde de kendisini yeniden hissettirecektir.
* Bu koalisyon ihtimallerinin yanı sıra Erdoğan’ın varlığını en yüksek derecede tehdit edebilecek ve Türkiye’ye nefes aldıracağı birçok kesim tarafından kabul edilen CHP-HDP koalisyonu ihtimali de masadadır. Böylesi bir koalisyon, CHP’nin “yeni CHP” yaklaşımını sürdürmesi ve üstüne koyması şartıyla Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açabilecek bir potansiyele sahiptir. Fakat sayısal olarak bu koalisyonun hükümet onayı alması için yeterli milletvekili sayısına ulaşabileceğine dair inanç pek azdır. Dolayısıyla CHP-HDP olası koalisyonu konuşulurken yanına bir de, “beşinci parti tartışmaları” şeklinde adlandırılan tartışmaları eklemek gerekir. CHP-HDP koalisyonuna, AKP ve MHP’den kopan milletvekillerinden oluşturulmuş bir yeni parti grubunun, “ülkenin istikrarı ve bağırsaklarını temizlemesi” şartıyla destek vermesi ihtimal dahilindedir. Bu ihtimal bir yere not edilebilir.
Muhakkaktır ki, her bir koalisyon formülü çözüm süreci, dış politika ve ekonomi gibi konuların ayrıntılarında kendi rengine göre bir tavır ortaya koyacaktır. Fakat hem tarihsel hem siyasal hem de sosyolojik pencerelerden bakılınca Türkiye, hangi koalisyon formülü hayata geçmiş olursa olsun Kürt sorununun demokratik çözümü, dış politikanın değişmesi, ekonomi-hukuk-demokrasi terazisinin yeniden yapılandırılması ile karşı karşıya kalacaktır. Ve bu üç konudaki tavır da söz konusu koalisyon ortaklığının ömrünü belirleyecektir.
Seçimlerin hikmeti ve ‘Erdoğanland’
Seçimler ve sonuçları bir ülkedeki politikanın tümünü belirleyebilecek hikmete sahip değildir. Çünkü politika bugün birçok disiplin ile iç içe, iktidar mefhumunun merkezine konumlandığını iddia etse de bağışıklık sistemi oldukça etkilenen bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla, “Olası avantajlı seçim sonucuyla yoluma devam ederim” mantığı da, “Olumsuz sonuçlarda manipüle ederek yönetirim” mantığı da fazlasıyla işlevsel olmayacaktır. Bu kapsamda, çözüm sürecinde demokratik müzakerenin esas alınması, dış politikada mezhepçi ve barbar gruplara destek verilmemesi, ekonomide ülke içi demokrasinin ve adil bir hukuk düzeninin tesis edilmesi hususları kendilerini çağın ruhunun siyasal yansımaları olarak dayatırken, Erdoğanland’ın böyle bir çizgiye evrilmesini beklemek mümkün değildir. Bu yüzden kaosu esas almayacak şekilde kurulması muhtemel tüm hükümet formüllerinin Erdoğan ile gerilimli olacağı nettir. Çünkü Erdoğan, sadece hükümetin Cumhurbaşkanı’na saygı duyması ile yetinmeyecek, fiili sultanlığı uygulamak isteyecektir.
1 Kasım’da sonuç ne olursa olsun esas meselenin Erdoğan’ın dayatacağı rejim isteğine nasıl karşı konulacağı olduğu açıktır. Ankara Katliamı’ndan beri Türkiye halklarının karşı karşıya olduğu Erdoğan rejimi ile bugün de, 1 Kasım’da da, 2 Kasım’da da karşı karşıya olunacaktır. Çünkü Erdoğan’ın bahsettiği rejim bir milattan bahseder ki, herhangi bir milattan bahseden, çarmıhını hazır tutmak zorundadır. Böylesi bir milat tarihi kendisiyle başlatmak ister ki, toplumsal bellek her seferinde yeni bir direnişi de beraberinde getirir. Eskiye duyulan özlem kendisini belirginleştirdiğinde yeni olarak kodlarken, eskinin tüm muhalif damarlarını da kılcallarına kadar harekete geçirir. Bu diyalektik arasında çarmıh ortaya çıkar ve işlevsel hale gelir. 1 Kasım akşamı, tüm yalandan ihtişamı ile Erdoğanland’ın kağıttan kaplan olduğunu açığa çıkaracak kadar gücü kendinde barındırır. Önümüzde bir milat ve bir çarmıh vardır: 1 Kasım’da çıkan irade 2 Kasım’da şekillendirilebilirse Saray’a çarmıh, Türkiye halklarına milat olacaktır.
HASAN KILIÇ / Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi |