SIFIRIN ALTINDAN BAŞLADIK

Kürdistan’da işleyen bir örgüt, bir önderlik yoktu. Gazetesi, dergisi olan, tecrübeleri olan, ulusal kültür ile yoğrulmuş bir direniş, mücadele yoktu. Elde bir şey yoktu. Sıfırdan, hatta sıfırın altından başladık.

PKK’nin kuruluş çalışmalarına 27 Kasım 1978’de Amed’in Lice ilçesinin Fis Köyü’nde düzenlenen toplantıya katılan PKK Merkez Komitesi Üyesi Muzaffer Ayata, hareketle tanışmasını ve dönem koşullarını gazetemize anlattı.

Söyleşimizin bugünkü bölümünde Ayata’nın Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK’yle tanışması, PKK’nin kuruluş döneminde diğer sol gruplarla ilişkisi ve tezlerinin bir bölümü bulunuyor.

Öncelikle, siz PKK’yle ve Kürt Halk Önderi Öcalan’la ilk defa ne zaman, nerede tanıştınız? Bu tanışma sizi nasıl etkiledi?

Başlamadan önce partimizin kuruluş yıldönümünü Başkan Apo’ya, tüm kadro, sempatizan yapımız ve halkımıza kutluyor ve tüm şehitlerimizi saygıyla anıyorum. 

Elbette her insanın bir de kişisel bir macerası var… Biz o zamanlar çok gençtik, hatta çocuktuk diyebilirim. O dönemde Kürdistan’da henüz herhangi bir hareketlenme yoktu. Siverek’te lisede öğrenciyken ağalık, jandarma baskısı gibi şeylere tepkimiz nedeniyle giderek kendimizi solcu olarak tanımlamaya başladık. Lisede bir grup arkadaştık. Nihayetinde genç olmanın tartışılmaz, heyecanlı, sorgulayan yanını taşıyorduk. Bu bahsettiğim arkadaş grubumuzla sürekli tartışıyor, kendimizi geliştirmeye çalışıyorduk. Aslında kültürümüzü de yavaş yavaş keşfediyorduk. 1975’teki Barzani’nin yenilgisi kısmen ilgimizi çekmişti. Hem kendimize solcu diyorduk hem de Kürt olduğumuzun farkındalığını yavaş yavaş yaşıyorduk. Yavaş yavaş diyorum çünkü Kürtlüğe dair hiçbir ibare yoktu. Kürdistan’ı, kültürünü, tarihini, isyanlarını, değerlerini, coğrafyasını anlatan kitaplar, kaynaklar ise zaten yok denecek gibiydi. Bizim de merak etmek dışında bir bilincimiz yoktu. 

Siverek’te İzzet Kandemir ve Apo Ali isimli iki arkadaş vardı. Bunlar 12 Mart Darbesi’nde cezaevine girdikleri için devrimci gençliği tanıyorlardı. Bu arkadaşlardan “Ankara’da DDKD var, Apo diye biri var, Kürdistan’ın bağımsızlığı savunuyor” diye bir duyum aldım. Liseyi bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi’ni kazandım, gidip kayıt yaptırdım. Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) yurdu o zaman devrimci gençliğin elindeydi. Bizden önce oraya giderek yerleşen tanıdıklarımız vardı, onlar aracılığıyla ben de gidip orada geçici olarak kaldım. Orada ilk tanıdıklarım DDKD’liydi, onlara “Apo diye biri varmış burada, bir grup çalışması var, onu görebilir miyim?” diye sordum. Aslında sorum onların pek hoşlarına gitmedi, yani tepkilerinden öyle anladım diyebilirim. Bir gün SBF’nin kantinine girdim, baktım bir grup orda oturuyordu. İşte o zaman bana “Apo budur” diyerek Başkan Apo’nun oturduğu masayı gösterdiler. Ben de hiçbir şey söylemeden, izin dahi almadan gidip masalarına oturdum. Şu anda, o zaman, o masada yapılan konuşmaları hatırlamıyorum. Bir süre geçtikten sonra sohbetleri bitti ve kalktılar. 

Başkan’la ilk karşılaşmam o zaman oldu. Tam bir tanışma sayılmazdı. Asıl tanışmamız Hukuk Fakültesi’nin bahçesinde oldu. Yalnızca 15 dakika kadar sohbet ettik. Nereden geldiğim, ne düşündüğüm, ne yapmak istediğim gibi sorular sordu. Kendimle ilgili bilgi verdim. Orada bir kıraathane vardı, onu göstererek hemşehrilerimin o kıraathanede oyun oynadığını söyledi. Ben de çok fazla bu tür şeylerden hoşlanmadığımı söyledim. Bu tanışmadan sonra kendi özgeçmişimle ilgili bilgiler verdim. Köyde büyüdüğümü, şehirde okuduğumu, meseleye ilgi duyduğumu söyledim. 

Bana o zaman verdiği yanıt, “Aradığımız insanlardansınız” şeklinde oldu. Yani beni bulmak için pek çaba sarf etmediler, ben gidip onları arayıp buldum, diyebilirim. İşte beni kazanma çabalarına gerek kalmadan ve sekteye uğratmadan o günden bugünlere kadar geldim. Bu tanışma, o sırada bende çok doğal, sıradan, olağan geldi. Şöyle ki, “İşte aradığımı buldum” şeklinde gerçekleşen bir olağanlık ve olması gerekenmiş şeklindeydi. Zaten sonrasında Hayri, Mazlum ve diğer arkadaşlarla tanıştım ve grup içinde yapılan çalışmalara dahil oldum. Devamında partileşme hamlesi ve işte bugüne kadar geldik.

37 yıl öncesi Kürdistan gerçekliği ile PKK’nin çıkış gerçekliği arasındaki diyalektiği nasıl kurabilirsiniz? Dünyanın, Kürdistan’ın ve Türkiye’nin mevcut koşullarında gerçekleşen bu çıkışı nasıl değerlendirebilirsiniz?

PKK çok farklı ve özgün bir harekettir. Tarihe, ulusların inşasına ve kurtuluşuna yön veren, öncülük eden bir harekettir. Ulusal kurtuluş hareketleri her zaman çıkış yaptıkları coğrafyaya göre biraz farklı özgünlükler taşır fakat Kürdistan içerisinde PKK tamamen farklı özgünlükler barındırıyor. Şu andaki bilgiyle, ortaya çıkan siyasi sonuçlarla bakıp tartışırsak çok da anlayamaz ve anlam veremeyiz. 

Tarihi, olayları toplumsal koşullardan kopuk ele almamak gerekiyor. Bugün milyonlarca Kürdistanlı Kürdistan’ın dört parçasında örgütlenmiş, bilinçlenmiş, birçok parti ve örgüt var. Kürtler kendi medya organlarına sahip; savaş ve siyaset deneyimleri oluşmuş durumda. Kürtler bölgede ve dünyada artık giderek yükselen güç durumunda. 1920’lerin Lozan Antlaşması’nın etkilerinin giderek büyük oranda aşıldığı, Kürtlerin siyasi statülerinin değişimi anlamında ve sömürgeci devletlere kabul ettirme anlamında sonuç alma aşamasına geldiği bir dünyayı yaşıyoruz. Bu açıdan PKK’yi tanımlamak için, “O dönemin Kürt gerçekliğinde sıfırdan hatta sıfırın altı bir pozisyondan başladık” diye niteliyoruz. Fakat 1970’lerin dünyası bambaşkaydı. Kürdistan’da işleyen bir örgüt, bir önderlik yoktu. Gazetesi, dergisi olan, tecrübeleri olan, ulusal kültür ile yoğrulmuş bir direniş, mücadele yoktu. Elde bir şey yoktu. 

1970’ler çok çok farklı bir dönemdi. Daha çok Avrupa 68 Gençlik İsyanı, Vietnam Kurtuluş Hareketi’nin dünyadaki yankıları, Küba Devrimi, Filistin Kurtuluş Hareketi’nin popüler olduğu bu dönemde Türkiye demokratik-devrimci gençliğini de etkileyen, harekete geçiren potansiyeller mevcuttu. Türkiye değişim geçiriyordu, kapitalizme açılmıştı. Kürdistan da kısmen bir hareketlenme yaşadı ve sosyal yapıda değişimlerin yaşanan bir döneme geçiş yapıldı. Türkiye egemenleri özellikle Amerika ile, kapitalizm ile geliştirdikleri ilişkiler sonucu daha çok klasik tarım toplumundan kapitalist şehir toplumuna geçmeye başladı. Tarıma traktörün girmesi, iş gücünün şehirlere aktarılması, Kürdistan’dan da toplumsal direniş hususunda 1940’lar sonrası elde ettikleri üstünlük tüm kıpırdamaları, örgüt ve arayışları bastırmaları ve kesin hakimiyet (!) kurmaları, Kürdistan’ı kendi ekonomik ihtiyaçlarının, kapitalist pazarın ihtiyaçlarına göre ele almaları, yol yapımları, keşfedilen yer altı-yer üstü zenginliklerin işlenmeye başlanarak Türkiye’ye taşırılması ile birlikte kapitalizm ve işçi sınıfı nüvesinin oluşmaya başladığı bir süreçten bahsedebiliriz. Tüm bunlara paralel olarak giderek okulların yaygınlaşmasıyla Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’ı artık kıskacına alıp, asimile edip, Türk ulusu içinde eritme çabaları hız kazanmıştı. Önlerinde engeller kalmamıştı. Şehirlerin gelişmesi ile birlikte okur-yazar kitlesine daha çok ihtiyaçları vardı ve Türkiye’de şaşmaz bir biçimde 1920’lerden başlayan tüm askeri-sivil rejim, hükümet ve yönetimlerin kutsal bir kitap gibi ele aldıkları “tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek dil” katışıksız uygulandı.

Türkiye cephesinde ne yaşanıyordu?

Türkiye’de de değişimler meydana geliyordu. Devrimci-demokratik muhalefetin gelişmesiyle birlikte Türkiye’de bir biçimde Kemalizm sorgulanmaya başlandı. Dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerinden, sosyalist hareketlerden, devrimci hareketlerden etkilenilmeye başlandı ve bazı Marksist klasiklerin Türkçe’ye çevrilmesi sağlandı, Türkiye gençlik hareketi böylece sosyalizmi keşfetti diyebiliriz. Sosyalizm yeni yeni çevirileri yapılan sol-sosyalist kaynaklar üzerinden öğreniliyordu ama Türkiye’nin sömürgecilik tarihi ve Kürdistan tarihi neredeyse bilinmiyordu ve tarihi, derin araştırmalar o dönem için pek fazla söz konusu değildi. Marksizm’i de öyle çok fazla inceleyip analiz ederek, mevcut toplumsal gerçeklik üzerinde sentezleyerek ele almaktan ziyade etkilenme yanı ağır bastı. Buna rağmen Kemalist rejim, ideoloji sarsıldı, tahtı sallandı. Devrimci, radikal bir çıkış ortaya çıktı. Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentoya girerek etkili bir muhalefet yürütmesi, daha sonra legal parti revizyonizminin aşılmasıyla Dev-Genç, THKP-C, THKO, TKP/ML gibi çıkışlara sahip hareketlerin öncü gençleri, neredeyse Türkiye’nin tüm devrim sorunlarını sırtladı, her şeye yanıt olmaya çalıştı. Legal-illegal pek sorgulanmıyordu, çünkü bir devrim iddiası vardı. 

Bambaşka bir kuşaktı. İdealizm çok güçlüydü, öndeydi. Toplumsal özgürlük, adalet için emperyalizme tutum açısından kendisini feda edecek bir dinamizm içeren, inançlı, bağlı bir kuşak vardı. Bu kuşak kapitalizmle büyümedi, daha çok sorgulayarak, cepheden tavır alarak, eleştirerek, siyaseten kendini var etmeye çalıştı. Biraz da öz güç, öz dinamikler ile ele alınınca kendi toprağında yetişti. Teorik derinliği çok fazla olmasa da, sosyalizmi çok iyi analiz edemese de böyleydi. Zaten sosyalizm hakkında okuyup öğrendiklerimiz, Bolşevik Parti Tarihi, Lenin’in Bütün Yazıları, Stalin, Mao, Engels ve Marx’ın yazdıklarıydı. 

İnanç vardı. Eşitlik, özgürlük, adalet, sosyalizmin başarısı, sosyalist devletlerin kuruluşları bunları öğrenmek yetiyordu. Somut hedef vardı: İktidar! İktidarı ele geçirmek, sosyalizmi kurmak isteği vardı. “En kötü sosyalizm en iyi burjuva devletten daha iyidir” anlayışı vardı. Ezilenlere, yoksullara, proletaryaya dayanıyor, onları esas alıyorduk. Yüzyılların terör, bastırma, aç bırakma politikalarıyla tarihsel bir hesaplaşma içindeydik.  

Sovyetler, dünyanın emek tarihi içerisinde başarıya ulaşmış en büyük devrim, kazanım olarak ele alınıyordu. Bolşevik Partisi’nden büyük etkilenmeler vardı, sosyalizmin ana vatanı, ana yurdu olarak görme vardı. Zaten Sovyetler de kendisini böyle tanımlıyordu. Bu anlayış zamanla zaten sosyalizmden sapmaya götürdü; ana vatan olunca yavru vatan anlayışı da çıktı, diğerleri bir yerde sosyalizmin genel çıkarları adına feda edilebilir… Çıkarlarına uymayan hareketleri dizayn etme, desteklememe, kendi şartlarını kabul etmeye zorlama…

Bu tartışmalar Kürtleri de etkiliyor muydu?

Tabii ki etkiledi. Kürtlerin sosyalizmi öğrenme yeri Türkiye metropolleriydi. Van, Diyarbakır, Batman gibi illerde bunları öğrenme zemini yoktu. Üniversitelerin merkezlerinin daha çok İstanbul, Ankara gibi kentlerdeydi. Kürt gençliği de genel olarak bu hareketlerin içinde yer aldığı için onlarla öğrendi, onlarla hareket etti, onlarla mücadele etti. Sosyalizmi de buralarda, bu şekilde öğrendi. Zamanla “Kürdistan sömürgedir” tezi ya da “Kürdistan” kavramı ayrıştı, öne çıktı. Mücadele içinde bu keşfedildi, fark edildi. Deniz Gezmiş’in idam sehpasına giderken “Yaşasın Kürt-Türk halklarının kardeşliği” sözleri, Mahir’in, Kemalizm’i eleştirerek Kürt toplum gerçekliğini kabul etmesi, yine Kaypakkaya’nın samimi, tutarlı söylemleri… Gençlik önderleri, Kürdistan’ı çok araştırmamış, ayrı örgütlenme, ayrı bir halk, ideolojik şekillenme yerine genel olarak “Sosyalizm gelecek, bütün dertler bitecek, tüm halklar, tüm inançlar özgürlüğüne kavuşacak ama önce sosyalist devrim, önce iktidarı almak” diyordu. Yani her şey buna bağlanmıştı. Bu ortamlar sosyalizmi öğrenme, solu öğrenme ocağı oldu ve bizler de bu ortak kazanda piştik. 

Türkiye Devrim Hareketi ile Kürdistan Devrim Hareketi’nin çıkışı aynı zeminde gerçekleşti. Türkiye toplumunda yaşanan bu siyasal ve toplumsal uyanıştan egemen sistem, daha doğrusu Türk ordusunda devlete hakim olan, kendisini devletin sahibi gören, siyasete yön veren ve siyaset üzerinde vesayet kuran zihniyet rahatsız oldu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tahmaç diyordu ki, “Sosyal gelişmeler ekonomik gelişmeleri aştı.” Aştığında ne olurdu? Kendilerini TC’nin koruyan-kollayanı olarak gören bu gücün ne yapması gerekiyordu? Müdahale etmesi gerekiyordu. Nasıl müdahale ettiler? Reformlar yaparak. 

Avrupa, 68 Hareketi’ni boğmadı, liderlerini asmadı, tersine kendisini dönüştürerek, onları da kapsamaya çalışarak kapitalizm, farklı bir biçimde yol aldı. Fakat Türkiye’de ise bilinen, klasik, Osmanlı Türk tarzı imha etme, biçme, devlet sopası ile yola getirmeye çalışma tercih edildi. Liderler öldürüldü, katledildi, imha edildi. Geriye kalanlar tutuklandı. Bunları izleyenler içinde olan, protesto eden Başkan Apo da Ankara Mamak Cezaevi’nde atıldı. Deniz Gezmişlerin idamına orada tanık oldu, izledi, tartıştı, okudu. Cezaevinden çıkarken ADYÖD’ü yeniden kurması, Türk solunun, üniversite gençliğinin toparlanması, devrimci gençliğin tekrar bir araya gelmesi için çaba harcadı. Fakat ortaklaşmak için harcanan tüm çabalara rağmen Kürdistan sorunu ile solu ortaklaştıramayınca, ayrı örgütlenme fikri açığa çıktı. Oysa ki başta ayrı örgütlenelim fikri yoktu, birlikte yapalım fikri öndeydi. Bunun için de Türkiye sosyalist hareketinin Kürdistan’ı da sahiplenmesi gerekiyordu. Fakat bu olmayınca artık daha çok Kürt sorunu üzerine kafa yorma, Kürdistan’ın bir sömürge olduğu ve bir jenoside tabi tutulduğunu, Kürtlerin yok edilmek istendiğini, tüm arayışların 40’lara kadar kanla bastırıldığını, toplumun kendisini tanıyamaz hale getirildiğini ve kendisi olmaktan çıkarıldığını, Kürdistan’ın sadece yer altı ve yer üstü zenginliğinin değil toplumun kendisinin bizzat Türklüğün yayılma alanı yapıldığını, halkın da Türkleştirilmek ve böylece sömürgeciliğin beyinlere, yüreklere kadar sirayet ettirilmek istendiğini tespit etti ve arayışlarını bu temelde sürdürdü. Yani Türkiye sol hareketi ile yolların ayrılması biraz da bu nedenlerledir. Yoksa Kürt milliyetçiliğine dayanarak, onu esas alarak gerçekleşen bir çıkış yoktur. PKK sosyalist bir harekettir, özü böyledir, PKK’nin dünya görüşü de sosyalisttir. 

O dönemde dünya ne durumdaydı ve sizi nasıl etkiledi dünyadaki gelişmeler?

Mevcut dünya iki kutupluydu; sosyalist ve kapitalist blok. Sosyalist bloğa Sovyetler, kapitalist bloğa ise ABD öncülük etmekteydi. Dünyadaki bu kutuplaşma, kamplaşma tüm ulusal kurtuluş hareketlerinin kimliğini etkiledi tabii ki. Vietnam’dan Angola’ya, Mozambik’e daha sonra Küba’ya kadar tüm kurtuluş hareketlerini Sovyetler destekledi. Lenin’in, “sömürgeciliğe karşı geliştirilen ulusal kurtuluş hareketlerini sosyalizmin bir parçası olarak” tanımlaması gerçekliği vardı. ABD ise daha çok sömürgeci, işbirlikçileri, egemenleri destekledi. Ezilen halklar için Sovyetler bir dost, müttefik olarak görülüyordu, itibarı yüksekti. Gençlik hareketleri, emekçi kesimleri buradan çok büyük moral güç alıyordu. Tabii ki Önder Apo da soruna bu temelde bakıyordu ve Önder Apo’nun bu çıkışı PKK açısından Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin yaratılmasında, var olmasında büyük bir tarihi dönüm noktasıdır. 

PKK’nin oluşum sürecinde diğer sol örgütleriyle bir takım görüş farklılıklarınızdan söz ettiniz. Bu görüş farklılıklarınızla birlikte o dönemde hangi toplumsal kesimleri, dışta da hangi uluslararası güçleri kendinize dayanak ya da ittifak gücü olarak görüyordunuz?

70’lerin dünyasında Kürt ileri gelen aileleri büyük oranda sistemle bütünleşmişlerdir. Sistemle mücadele edecek, Kürtler adına hak isteyecek, talepte bulunacak halden çıkmışlardı. Okuyanlar, orta tabaka ise sömürgeciliğe bağlıydı ve devletin herhangi bir desteği olmasa bu kesimler hiçti. Ekonomik ve zihinsel bir bağlılıkları vardı. PKK ise Türkiye ve dünyadaki sosyalizm deneyimlerinden de öğrendiklerini Kürdistan şartlarına uyarlamaya çalıştı. Az da olsa gelişmeye başlayan bir işçi sınıfı vardı. Ezilen yoksul nüfus daha yoğundu. Aydın, devrimci gençlik sosyalizmi esas alarak Kürdistan’ı egemenlerden kurtaracak savaşı başlatmalıydı. İlk ittifakımız Türkiye işçi sınıfı ve hareketleriydi. Dışarıdaysa Sovyetler olacak düşüncesiyle siyasete giriş yapıldı. 

Türkiye solu darbeden sonra minimalize olmuştu. Öncü kadrolarını yitirdikten sonra ayrışmalar cezaevinden başlamak üzere artarak devam etti. Onları toparlayarak öncülük edecek, birleştirici bir grup ortaya çıkmadığı gibi küçük burjuva hastalıklarının yansıması olarak parçalanmalar hem içeride hem de dışarıda büyüdü. 

PKK, Sovyetler’i sosyalist olarak görüyordu fakat Enternasyonal başta olmak üzere revizyonizme kaydığı eleştirilerini de yapıyordu ve hiçbir zaman ucuz bir yaklaşım içinde olunmadı. Fakat çok büyük bir bilincimiz yoktu. Devlet ve devrim, devlet ve demokrasi, proletarya diktatörlüğü… Bunların bir noktada sosyalizmi kursak bile burjuvaziyi bir biçimde ürettiğini, devlet aygıtının özgürleştirici değil köleleştirici, egemenliği geliştirici bir aygıt olduğunu bilmiyorduk ve bunlar üzerine sorgulamalar da yapmıyorduk. Marx, özellikle de Lenin, var olan devrimden sonra hayata erken veda ettiler. Stalin devraldı, dar-dogmatik yaklaştı, toplumun diğer zenginliklerini tasfiye eden bir duruşta oldu. Devlet aygıtı eliyle sosyalizmi kurma yaklaşımını esas aldı. Sovyetlerin yıkılışı aslında bize sosyalizmin devlet eliyle gelemeyeceğini gösterdi. Elbette o zaman hiç kimse sosyalizmin yıkılacağını, Sovyetler’in sosyalizmden bu kadar uzaklaştığını, devletin de bu rolü oynadığı bilincini taşımıyordu. Başkan Apo çok özgün davrandı, diğer örgüt ve gruplara göre partinin çizgisini, gelişim seyrini, rotasını buna göre çizdi diyebiliriz.

DILPAK X. DAĞ/ŞERVAN ARARAT

YARIN:

* PKK’yi diğer Kürt isyanlarından ayıran ne?

*  PKK’nin paradigmasal dönüşümü nasıl oldu?

*  Kuruluş günlerinden bugüne Türk devleti değişti mi?

Yorum bırakın