Rüzgar ekenler şimdi fırtınayı biçiyor – Mihdi Perinçek

İnsanlar yaratılan, yaşadığı koşulların ürünüdür.

Birçok Kürt siyasetçi, on yıl öncesinden başlayarak; “Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü noktasında bizler son şans-potansiyeliz. Gelen nesille bu temelde çözüm zor olacaktır” realitesinin altını defalarca çizdi.

Devlet, sürekli bu sosyolojik, psikolojik olguya yönelik üç maymunu oynadı.

Ne zamana kadar?

Ta ki Kobanê’nin özgürleştirilmesi için 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde tüm Kürdistan’da yaşanan sert direnişe kadar.

Bu sefer de geleneksel kodu, çözüm üretmeyen güvenlikçi aklı işletme kararını aldı. Şiddet ve savaşla kırmak, ezmek ve yok etmek.

Bu konseptin de tutmadığını Varto, Cizre, Sur, Lice, Şırnak, Silvan ve Nusaybin’de “Öz Savunma anlayışıyla” yaşananlara baktığımızda görebiliyoruz.

Bu nedenle; buralarda yaşananları görünen yönleriyle değil görünmek istenmeyen ve görmek için çaba gösterilmeyen yönleriyle sosyolojik bir analize ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Buralarda hangi kodlar öndedir?

Bu çok sert savunmanın ana dinamiği kimlerdir?

Neler yaşadılar?

Niye oralarda sert savunma yapıyorlar?

Hangi duyguları edinmişler?

Kimler onlara bu duyguları edindirdiler?

Bu edinimlerinde, devletin dışında başka kimleri de sorumlu görüyorlar?

Ne istiyorlar? Neye karşıdırlar?

Dilimin döndüğü, aklımın erdiği kadarıyla bu sorulara biraz açıklık getirmek istiyorum.

Bu sert “öz savunmanın” ana dinamiği 90’lı yıllarda yaşanan savaşın “çocuklarıdır”. Yaşamları boyunca acılarla yoğrulanlardır. Daha minnacık çocukken, annesi, babası, amcası, dedesi gözleri önünde işkencelere maruz kaldı, katledildiler. Evleri başlarına yıkıldı, yakıldı. Canlarını zor kurtarabildiler. Onların “hayat damarı” olan yurtlarından sürüldüler. Gittikleri yerlerde hor görüldüler, dışlandılar. Sefaleti iliklerine kadar yaşadılar. Onlara sevgi ile açılan kucaklardan hep mahrum kaldılar. Derler ya “hayatın sillesini hep yanaklarında hissetiler”. Büyüdüler. Gençlik çağına geldiler. Merkez medyadan bir gazetenin küçük bir haberinde söyle bir veri yayınlanmıştı. “Sadece Diyarbakır sokaklarında böylesi 2-3 bin genç vardır”.

Tüm bunlara rağmen hayata tutunmaya başardılar. Yaşadıklarından intikam alırcasına didindiler, çalıştılar, bazıları okullarının başarılı öğrencileri dahi olmayı başardılar.

Ama yaşadıkları üzerinden şekillenen öfke ve kinleri gün be gün büyümüştü. Olumlu tedbir alınmadığı zaman; öfkenin tek çıktısı vardır, o da intikam almaktır.

Çoğu elek haline gelen sınır hattından geçerek Rojava’nın sivil savunmasının kısa süreli neferleri dahi oldular. Kendilerine olan güvenlerinde bir artış yaşadıklarını hissettiler.

Özgürlüklerini, mutluluklarını, sevgilerini ve hayat damarlarını kaybettikleri yerlere dönmeye ve kaybettiklerini buralarda arama, bulma umutları büyümüştü.

Ne yazık ki, dönüşleri öfkelerini azaltmamış daha da artırmıştı.

Kendileri sefalet içinde yaşarken Kürt komşusunun rahatı yerindeydi. Hatta bazıları savaş zengini olmuştu. Kürdistan kentlerinden koca koca lüks binaların, son model arabaların sıra sıra dizildiği sokaklarda yürümekten zorluklar yaşamaya başlamışlardı.

Eş, akraba, dost, aşiretinin insanı, dünün karşıtları, çıkar ortakları köşe başlarının ballı böreklerini paylaşıyordu.

Bunlara sessiz kalmaması gereken ana irade ise sessizliğin alasını yaşayarak bunun büyümesine objektif olarak zemin sunmasına da anlam veremiyorlardı.

Büyük bir ihtimalle şuna iman getirdiler. Her kim tarafından olursa olsun kendilerine dayatılan yaşamı artık ret edeceklerdi. Artık kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi gerektiğine inandılar. İman mı kararı, karar mı imanı besledi inanın ki onu da bilemiyorum.

Ama, herkes gelişmelerin kendisine olası yansıması üzerinden-menfaat- bir pozisyon almaya başlamıştı. Görüldüğü kadarıyla ya çok cılız bir destekle, ya da yalnızlıkta bir yürüyüş devam ediyor.

Benim gibi yaşı ilerlemiş kişiler; 70’li yılların sonu ile 80’li ve 90’lı yılların şu sözlerini hatırlarlar.

“Bir avuç çapulcu”.

“Bu koca devletle kavga edilir mi?”

“Bunlar rahatımızı bozuyorlar”. Vs. vs. vs.

Ama bugün…

Botan’da Hogır pratiğini de hatırlayan bir Kürt yurttaşı olarak kendimce görünmeyene bir ayna tutmak istedim.

Yorum bırakın