Yazarlar

GÜLSEREN YOLERİ
g.yoleri@gmail.com

Kadına karşı şiddetin şiddetle ilişkisi

Kadına karşı şiddetin önlenmesi devlet, hükümet ve muhalefet herkesin dilinde, ancak bırakın önlenmesini artarak devam ediyor. Çalışma yaşamından özel hayata her alanda karşımıza çıkan bu şiddetin en önemli nedeni erkek zihniyet, önlenememesinin asıl nedeni ise şiddettin devlet eliyle, her yerde ve zamanda hayatın olağan bir parçası haline getirilmiş olması ve bu konudaki ısrar. Bu nedenle, kadına karşı şiddetin önlenmesi bir hayalden öte geçemiyor bu gün, malesef.

Kadına karşı şiddetin gerçek anlamda önlenebilmesi; hem erkek zihniyetin geçirmesi gereken ve kendi inkarına yönelmiş önemli bir değişimi, hem de genel olarak şiddetin devlet yönetiminde, siyasette, toplumsal ve bireysel yaşamda son bulmasını gerektiriyor. Ancak şiddetin farklı tezahürleri ırkçılık, ayrımcılık, fiziki şiddet, ötekileştirme, aşağılama söylem ve tutumlarının revaçta olduğu bu gün, yaşadıklarımız tam tersi yönde ilerlediğimizi gösteriyor. Özellikle devlet katında meselelerin şiddet yöntemleriyle çözümünün tercih edilmesi, toplumu da her kademesinde şiddete itiyor. Balık baştan kokuyor yani, ancak kuyruktaki koku da burnumuzun direğini kıracak cinsten. 

A: “Sezen Aksu’yu dinlemem ben. Hele konserine asla gitmem, nasıl biri olduğunu bilmeyen mi var?” B: “Kürtlerin bayramında sahneye çıkmıştı.”… A: “ırkçı değilim diyemem valla.” B: “Efendim?” A: “Irkçı değilim diyemem, kimse kusura bakmasın. Hem beni onlar getirdi bu hale”. B: “Aynen” …A: “Geçen yıl sabah makyajım yarım saat sürüyordu. Şimdi…” Bu muhabbet arka koltuğumda oturan iki kadın tarafından yapılıyordu. Yüzlerine bakmak için, ineceğim durağa gelmeden ayağa kalktım. İyi giyimli, 20’li yaşının başlarında iki genç kadın. Özel bir üniversitenin önündeki duraktan binmişlerdi ve belli ki öğrenciydiler. Birinin elinde bir ayna vardı ve kaşlarını boyamakla meşguldü, otobüsün kalabalığına aldırmadan… 

Ben Kürtleri sevmem, ya da Türkler bu ülkenin sahibi falan gibi çok duyduğumuz laflar etmiyorlardı. Dünyanın pek çok yerinde suç olarak kabul edilen ırkçılığı açıktan savunuyorlardı. Özel bir üniversite öğrencisi, yarın bir yerlerde yönetici olarak karşımıza gelmesi gayet mümkün bu genç kadınları, pervasız itiraflarını düşünürken ve hayretle anlatırken arkadaşlarıma, İstanbul Teknik Üniversitesi( İTÜ) Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü, Katı Yer Bilimleri Bölümü hocalarından Prof.Dr. Celal Şengör’ün röpörtajını okudum. 12 Eylül’ü ve Kenan Evren’i her hali ile onayladığını, dışkı yedirmenin işkence olmadığını, eğitimi olmayanların oy kullanmaması gerektiğini, ülkenin oligarşi ile yönetilmesi gerektiğini ve daha neler neler söylüyordu. Eski bir röpörtajında da; 13-14 yaşlarındayken oynadığı oyunlarda Führer rolünde olduğunu anlatıyordu. Bilimin ya da yaşamın insan yanıyla ilgilenmiyordu. Bunu anlamlı da bulmuyordu hatta. Öğretmeni böyle olursa öğrencisi daha nasıl olur endişelendim inanın. 

Ayrıca hakkında yazılan bir yazıya konu edilen bir mailinde yazmış; Otizmin en şanslı hali, hafif asperger sendromu teşhisi konmuş kendisine. Bu hastalığının sağladığı avantaj olmasa bu kadar başarılı olamazmış, falan.

Tayyip’in faşist, ırkçı, aşağılayıcı, tutarsız davranışları karşısında hemen sara hastası olduğuna dair yazılıp çizilmeye başlar. Bu da otistik miş. Yazııık! Hem, bir radyo programına katılıp, 12 Eylül’de Diyarbakır zindanında kendisine ve arkadaşlarına dışkı yedirilen Dr. Sinan Olcan karşısında da özür dilemiş, baksana. 

Aslında bir yandan da seviniyorum bu duruma. Türkiye gibi demokrasi, barış, insan hakları kültürü olmayan, kadına, çocuğa, doğaya, kısaca para ve güç dışında hiç bir şeye saygısı olmayan bir ülkede bile ırkçı, faşist tutum ve söylemler ancak bir hastalığın arkasına saklanarak söylenebiliyor. Bu bile bir şeydir, küçümsemeyin. Hala bu şiddet sarmalından kurtulmak için şansımız olduğunu gösteriyor. Bu röpörtajın ardından Kadıköy Belediyesi, Şengör’ün katılacağı bir etkinliği iptal etti. Ülkeye ırkçı, faşist öğrenciler yetiştirmek istemiyorlarsa aynı sorumlu davranışı İstanbul Teknik Üniversitesi’nden de bekliyoruz.

REYHAN YALÇINDAĞ
reyhan_yalcindag@yahoo.com

Tüm şiddet biçimleri ideolojiktir!

Bir 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Haftasını daha, korkunç bilançolarla karşıladık. Başta Ortadoğu olmak üzere, güzelim dünya, çepeçevre kuşatılan şiddet sarmalı altında adeta inliyor. Bölgesel ve iç savaşlar arasında, insanlık bir kez daha büyük sınav veriyor. Kadın bedenini silah ve işgal edilesi alan olarak gören erkek akılla zehirlenmiş devlet politikaları, kadına yönelik şiddette sınır tanımıyor. Ev içi, kamusal alanda, sokakta kadına yönelik suç işleyen erkekler de devletin mekanizmaları tarafından korunmaya devam ediyor. Böylelikle şiddet her zamankinden daha fazla girift bir ideolojik erk aracı olarak karşımıza çıkıyor.

Tablonun küçük bir özetine bakarsak: DEF 2015 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda, Türkiye’nin “toplumsal cinsiyet eşitliği”nde 125’inci sıradan 130’uncu sıraya gerilediğini açıkladı. Üstelik bu eşitsizliğin 118 yıl sonra ortadan kalkacağı şeklindeki tespiti de atlamadan! Böyle giderse, kadın-erkek eşitsizliğinde her geçen yıl 5 ülke daha geriye giden bir Türkiye’yi 2016’da bekleyen şey, 130 ülke arasında 130. sırada olmaktır! Kadına yönelik şiddetin kendi iktidarları döneminde yüzde 1.400 arttığını itiraf etmekten çekinmeyen AKP, mevcut politikalarla devam ederse bir yıl sonra gelinecek nokta daha da vahim olacak.

Kadın cinayetlerinin çoğunun kadının istemediği şeye zorlamak yüzünden gerçekleştiğini unutan ve “zorla güzellik olur!” diye açıklama yapan kadın aile bakanları olduğu sürece…

Evlenme tekfini reddettiği için kadını öldüren faile “aşırı tutkuyla sevdiği için öldürmek” gibi akıldışı ve terminolojiye yeni kazandırılan gerekçelerle; ya da katilin “takım elbise giyerek mahkeme heyetine saygı gösterdiği” gibi gerekçelerle ciddi ceza indirimi yapan ağır ceza mahkemeleri olduğu sürece…

Kadınların kaç çocuk doğuracağına karar veren; “kadın da olsa çocuk da olsa güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır” diyen cumhurbaşkanları olduğu sürece…

Evlenecek eş bulamadıkları takdirde kendilerine müracaat etmelerini isteyen başbakanlar olduğu sürece…

Ve yine, “canlı bombalar eylem yapmadan onları tutuklayamayız” diyen başbakanlar olduğu sürece… Polis işkencesiyle bebeğini düşüren genç kadının evli olmadığını öğrendikten sonra adeta oh olmuş dercesine “kadın mıdır, kız mıdır belli değil!” diyen bakanlar olduğu sürece…

Evini aramak isteyen polislere “galoş giyin” diyen Dilek Doğan’ları öldüren polislerin tek bir tanesi ceza almadığı sürece…

Ekin Wan’ın çırılçıplak cesedine işkence yapan ve yanıbaşında fotoğraf çektirip “haydi şimdi kalk bakalım, kalk da kadınları kurtar!” diyebilen özel harekatçılar korunduğu ve hak ettikleri cezaya çarptırılmadıkları sürece…

Kadınlar her yerde öldürülmeye devam edecekler. Son birkaç aydır Kürdistan’daki sokağa çıkma yasaklarından sonra her yaştan siviller, anneler, keskin nişancılar tarafından ya da havan toplarıyla katlediliyor. Evleri yakılıp yıkılıyor. Son olarak 14 gün sokağa çıkma yasağıyla cebelleşen Nusaybin’de katledilen 5 çocuk annesi hamile Selamet… Evinin önünde çocuklarıyla vurulan Selamet’in fotoğrafının her santimini, kendisine insanım diyen herkes hafızasına kazıdı… Katiller hesap verene kadar da yüreğimize astığımız fotoğraflardan biri olarak kalmaya devam edecek…

AKP’nin, 7 Haziran seçimlerinden önce sözlü olarak seçim beyannamesine koyduğu çözüm süreci başlıklı bölüm, “yolda düştüğü için” önce basıma verilmemişti… Önceki gün açıklanan Hükümet programında ise hepten “düşürüldü”… Savaşı isteyen, demokratik çözümü reddeden devlete yönelik Nusaybinli annelerin yanıtı, hem direnmenin ve hem de özgücüyle kendisini ve kentini savunmanın mümkün olabileceğini bir kez daha gösterdi. 14 günlük ablukanın ardından kadınlar, “zılgıtlarımızla, teneke sesleriyle, gürültü eylemleriyle direndik ve kazandık” dediler.

Savaşta ve şiddette ısrar edenlere bir çift sözüm var: Kadınların zılgıtlarından korkun! O zılgıtlar olduğu sürece kadınlar asla direnmekten vazgeçmeyecekler!

SELMA AKKAYA
selmaakkaya@hotmail.fr

‘Teröre karşı içte ve dışta anavatanı savunma’

Fransa Gündemi

Paris’i kana bulayan saldırıların ardından Fransa siyasetinin dili „teröre karşı içte ve dışta anavatanı savunma“ denilerek yeni bir evreye girdi. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, liderler arasında „büyük koalisyon“ ortağı aramaya çıkarken, stratejik ortağı Türkiye, Rus uçağı düşürüyor. Esad diktatörlüğüne karşı „demokrasi savaşı“, „DAİŞ’i biz yok ederiz“ yarışı giderek kızışıyor. Suriye’deki iç savaşın yıllarca finansörlüğünü ve tetikçiliğini yapanlar pay yarışını daha bir üst seviyede yürütürken, ki bunun öncülerinden biri olan Fransa şimdi, „mağduriyetinin“ bedelini istemek için ABD, Rusya ziyaretlerini gerçekleştiriyor. Rakka ve Irak’ta bombalamalar sürerken, uçak gemisi sahaya indirilip görevine başlıyor… Bütün bu seferberlik halinin DAİŞ’i yok edip etmeyeceği ise tartışma konusu.  

ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin DAİŞ’e karşı havadan müdahalesinin DAİŞ’i yok etmediğini hep birlikte görmüştük. Yeni hava saldırılarının da benzer sonuçlar doğuracağı yönünde yorumlar giderek daha da yüksek bir sesle dillendiriliyor. Söz konusu koalisyona ABD’nin istemiyle, özellikle de Türkiye’yi dahil edilmesinin ardından yaşananlara bakıldığında, ABD’nin kontrolü Türkiye üzerinden yapmak istediği ortaya çıkarmıştı. Bu gelişmeyle birlikte İncirlik Üssü’de ABD’ye bölge planları için geri açıldığını hatırlatmakta fayda var. Rus uçağının vurulmasının ardında Fransa, sürekli stratejik ortaklığını vurguladığı Türkiye konusunda nasıl bir pozisyon alacağı merak konusu. ABD ya da Rusya’nın kendi pozisyonunu değiştirip Fransa’nın beklentiye girdiği „büyük koalisyon“a dahil olmalarının mümkün olmadığı ise bölgedeki bütün gelişmelere bakıldığında anlaşılıyor. 

Fransa „teröre topyekün savaş“ halindeyken en fazla öne çıkan eleştirilerden biride söz konusu teröre destek veren güçlerle Fransa’nın arasına mesafe koymaması. Bu ülkelerin başında Türkiye ve Suudi Arabistan sayılıyor. 13 Kasım saldırısının üzerinden iki hafta gibi bir süreç geçmesine karşın bu konuda siyasi arenada bir değişim gözlenmiyor. 

Fransa, dış siyasette Ortadoğu konusunda pastadan pay yarışına daha etkin girmek için girişimlerini sürdürürken, içte olağanüstü hal uygulamasının sonuçları açığa çıkmaya başladı. „Kimyasal silah kullanabilirler“ sözlerinin bizzat Fransa Başbakanı Manuel Valls tarafından dillendirilmesi, yaşanan operasyonlar, kanlı saldırının bilançosu ve şekli nedeniyle toplumsal korkular büyürken, ırkçı söylem, yabancıların düşman olarak görülme hali devam ediyor. 13 Kasım tarihinden bu yana 1100 noktaya operasyon düzenlenmiş. Yapılan ihbarlar göz önüne alınarak yapılan baskınlarda olaylarla hiçbir ilgisi olmayan işyerleri adeta harabeye dönüşüyor. 60’ın üzerinde gözaltı olduğu belirtilse de ki Fransa’da gözaltı süresi 4 gün olduğuna göre, şuana kadar kimsenin tutuklandığına dair haber basına yansımadı. 37 silahın ele geçtiği bu operasyonlarda kimsenin tutuklanmaması ise manidar. 

Dış siyasette Hollande görüşmeleri sürdürürken, iç siyasetin dili Başbakan Manuel Valls oluyor. Operasyonların devam edeceğini ve terör tehdidi altında olduklarını her fırsatta belirten Valls, Salı günü bir televizyon kanalına yaptığı açıklamada ülkede 20 bin kişinin S fişiyle fişlendiğini belirtiyor. Bahsedilen 20 binin içerisinde 10 binin üzerinde DAİŞ ve radikal islamcı gruplarla bağlantılı kişilerken, 10 bine yakını ise PKK, Tamil, ETA, DHKP-C, Türkiyeli diğer sol örgütler şeklinde sıralanıyor. S fişi en tehlikeli bireyleri içeriyor, terör konusunda yapılan kategorilendirme de düşünüldüğünde siz bu 20 bin sayısını ikiyle çarpabilirsiniz. 

Tüm gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, Fransa işte güvenlik konseptiyle polis devletine doğru giderken, dışta büyük Ortadoğu pastasından payını almak için savaşımını sürdürmeye devam edecek. 

CAFER TAR

Rusya Suriye’yi terk eder mi?

11 Eylül’den çok kısa bir süre sonra bütün dikkatler Afganistan’da üstlenmiş El Kaide üzerinde odaklanmıştı. Sonra bir anda Afganistan dünyanın bütün önemli güçlerinin askeri operasyon bölgesine dönüştü. Yıllarca askeri çatışmaların uzağında kalmaya çalışmış Almanya bile gönüllü olarak Afganistan’a asker göndermişti. Bölgeye Almanlar tarafından gönderilen birlikler öyle lojistik amaçlı da değil; bizzat operasyonel birliklerdi…

Çok kısa bir süre sonra, ABD Saddam’ın kitle imha silahlarını yok etmek amacıyla Irak’a askeri operasyon düzenledi.  Varsayalım ki; Irak’ta petrol vardı ve ABD, Irak petrollerine hakim olmak için Saddam’ın kitle imha silahlarını bahane ederek Irak’a askeri müdahalede bulunmuştu. 

Ama Afganistan’da ne petrol ne de gaz vardı; ne oldu da dünyanın bütün önemli güçleri bir anda ellerinde var olan bütün askeri teknolojilerini de yanlarına alarak Afganistan’a bu kadar kapsamlı bir askeri müdahalede bulunuyorlardı?

Bu sorunun cevabı aslında bizi “Suriye’de ne oluyor; Suriye neden bir anda bunca ülkenin savaş alanına dönüştü?” sorusunun cevabını bulmamıza oldukça yakınlaştırır. 

Afganistan, muazzam enerji fakiri bir ülke; toprakları da çok verimli değil; öyleyse Afganistan üzerinden koparılan bunca yaygara nedendi? 

Afganistan hem Hazar petrolünün hem de; Rusya, İran ve Türkmenistan doğal gazının güvenle Pakistan ve Hindistan pazarına ulaştırılabileceği tek geçiş güzergahı olmaktadır. Afganistan’ı atlayarak ne Hazar Petrollerini ne de Rusya, İran ve Türkmenistan doğal gazını Pakistan ve Hindistan pazarlarına ulaştıramazsınız. 

Birçok arayışa rağmen petrol hala; üretilen malların bir yerden başka bir yere transferinde stratejik öneme sahip bir maden olarak önemini korumaktadır. Dolayısıyla petrole hakim olan güçler sadece onun ederi üzerinden petrolün maddi varlığına sahip olmazlar. Petrol ve doğal gaz hakimiyeti üzerinden sahip oldukları Petrol ve doğal gazın ederinin çok üzerinde bir güç sahibi olurlar…

Günümüzde; ısınma ve elektrik üretiminin önemli bir bölümü “doğal gazla” yapılmaktadır. Petrol üretilen malların bir yerden başka bir yere taşınmasında kullanılan en önemli enerji kaynağı olarak önemini korumaktadır.

Dolayısıyla petrole ve doğal gaza hakim olan güçler sadece onun ederine sahip olmuyorlar, bunun yanı sıra; üretilen malların sevkiyatından, enerji üretimine kadar çok önemli bir alanda güç ve iktidar sahibi oluyorlar…

Günümüzde sorun sadece artık; doğal gaz ve petrole sahip olmanın çok daha ötesinde, daha karmaşık bir karakter kazanmıştır. Petrol ve doğal gazın geçiş hatlarının güvenliği de en az çıkarmak kadar önemli bir hale gelmiştir. 

İşte tam da bu noktada; Afganistan ve Suriye gibi ülkeler önemli hale gelmektedirler. Her iki ülkede de kayda değer petrol ve doğal gaz olmamasına rağmen her iki ülkede enerjinin geçiş güzergahıdırlar…Türkiye’nin de içinde bulunduğu; ABD, İsrail, Sudi Arabistan, Katar’dan oluşan ülkeler, Katar doğal gazını; Katar, Suudi Arabistan, Suriye ve Türkiye üzerinden geçirerek Nabucco’ya bağlamak istiyorlardı. Bununla Avrupa’nın doğal gazda; İran ve Rusya’ya bağımlılığını azaltmak, Suriye’yi düşürerek, İran ve Rusya üzerindeki dolaylı baskıyı daha doğrudan hale getirmek istiyorlardı…

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı; IŞİD benzeri yapılar kontrolden çıktı. Rusya, Suriye’deki savaşın daha başından itibaren kendisini hedef aldığını biliyordu ve Esad rejiminin yanında pozisyon aldı…

Vekalet savaşı artık sürdürülemez hale gelmişti; her geçen gün tedirginliğini biraz daha üzerinden atan Rusya en sonunda Suriye’de doğrudan askeri inisiyatif alma noktasına geldi. Bu saatten sonra kimse Rusya’yı Suriye’den çıkaramaz! 

Böylece 1 Kasım seçimlerinin ilk pratik sonuçlarıyla da karşılaşmış oluyoruz. İçerde; Nusaybin’de, Lice’de, Cizre’de kuşatma ve sokağa çıkma yasağı; dışarda Rus savaş uçağı düşürme!

Kürt fobisine esir olmuş basiretsiz Türkiye yöneticileri olmaz hesapların peşinde kocaman bir ülkeyi olmadık maceralara sürüklüyorlar! Halklarımızı bu gözü dönmüş savaş lobisinin inisiyatifine teslim etmemeliyiz! 

HALİL SAVDA
halilsavda@gmail.com

Öz yönetim ve hendekler gerekli miydi?

“Öz yönetim ve hendekler katliamlara davetiye çıkarmaktır. Şehirlerin içinde hendek kazmak, öz yönetim ilan etmek yanlış ve bu devleti halkın üzerine sürüyor. Hem zamanı mıydı?”

Hüseyin yanımdaki koltuğa oturmuş heyecanlı bir şekilde anlatıyor. Birçok kişinin içinden geçen ama farklı nedenlerle yüksek sesle dillendirmediğini söylemeye devam ediyor: “Şu hendekler olmasaydı HDP yüzde 15 oy alırdı. Öz yönetim kararı batıda HDP’ye oy veren Türkleri ürküttü. Hem devletin ne kadar zalim olduğunu bilmeyenimiz yok.

“Eğer öz yönetim ve hendekler olmasaydı bu kadar insan ölmezdi.”

HDP’nin bazı bileşenleri ve hatta Kürt hareketinin legal çevrelerinden bazıları Hüseyin gibi düşünüyorlar. 

Hüseyin’e, Fethiye’de linççe maruz kalan İbrahim’in hikayesini anlattım. 

İbrahim Ç. yıllar önce Muğla’nın Fethiye ilçesine yerleşti. Orada çalıştı. Komşuları oldu, arkadaşları… Bir gün geleneksel Kürt kıyafetlerini giydi. Ve giydiği kıyafetlerin fotoğraflarını ‘Bu kıyafetleri giymek bile onurdur’ notuyla Facebook sayfasından paylaştı. 

Giydiği ve sayfasından paylaştığı fotoğraflar yaşadığı Fethiye’de dilden dile dolaştı. Bir gün evindeyken saldırıya uğradı. Tekme tokat dövüldü. İbrahim’e saldıranlar ve dövenler komşularıydı. Zorla şehrin meydanına götürüldü. Meydanda her kim var ise İbrahim’e ya tekme attı ya da hakaret etti. Yerde sürüklenerek, hırpalanarak ve boynundan tutularak meydanda bulunan Atatürk heykeli öptürüldü. 

Askerler İbrahim’i zorla o ırkçı güruhun elinden aldılar. Hastaneye götürdüler. Hastanedeki personel İbrahim’i tedavi etmek istemedi ve hakaret ettiler. 

İbrahim’in evini basanlar ona ‘terörist’ dediler.

İbrahim’i dövenler, hakaret edenler, yerde sürükleyenler ve ona Atatürk büstü öptürenler ‘terörist’ dediler. 

Hüseyin ve onun gibi düşünenler diyorlar ki, ‘eğer İbrahim geleneksel elbiselerle fotoğraf çekmeseydi ve o fotoğrafları facebook sayfasından paylaşmasaydı dövülmezdi, hakarete uğramazdı, Atatürk büstü öptürülmezdi.’

İbrahim’i dövenleri, ona sövenleri ve Atatürk büstü öptürenleri sorgulamazlar, onlara laf söylemezler. Suçlu İbrahim (!) ‘Eğer Kürt Hareketi devletin oyalamalarına ve kandırmalarına rağmen masada dursaydı, mücadele etmeseydi, ‘adım at’ demeseydi ve baskıya karşı direnişe geçmeseydi bunca ölüm olmazdı’! Kafa tam da bu… 

Kürt Hareketi 2013 Newroz’undan başlayarak çözüm süreci başlattı. Ancak çözüm yönünde bir adım yol alınamadı. 

Devlet 3,5 yıl oyaladı.

Kürt Hareketi bu şekilde daha fazla sürdüremezdi. Bölgesel gelişmeler de buna izin vermiyordu. İzleme pozisyonu kaybettiriyordu. 

Devlet, Kürt Hareketinin ‘adım at’ çağrılarına demokratik alanı terörize ederek, askeri operasyon ve baskı mekanizmalarını devreye sokarak yanıt verdi. 

Buna karşı Kürt Hareketi bir şeyler yapmak durumundaydı. İlk seçenek eski tarz gerilla savaşına dönmekti. Ancak bu seçenek 40 yıllık pratikte görüldü ki devleti çözmekten uzaktı. İkinci seçenek ise demokratik alanı genişletmek ve güçlendirmekti. Ancak devletin kimi engellemeleri ve HDP’nin demokratik süreci geliştirmekteki hantal ve yaratıcı olamaması nedeniyle devlet üzerinde bir baskı oluşturulamadı. Böyle olunca da Devlet, 7 Haziran’da seçilen 80 milletvekili yokmuş gibi yaklaştı. Kürt Hareketi çözümü sağlayacak yeni bir mücadele hattı örmek durumundaydı. Olan biteni durup izleyemezdi. Eğer durup izlerse hem Bakur’da sağlanan 40 yıllık mücadele kazanımı ve Rojava’da ortaya çıkan öz yönetim gerçeğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Diyelim ki öz yönetim hamlesi ve hendekler yanlış! Pek ki Kürt Hareketi devletin baskı ve zorbalığına karşı ne yapmalıydı? İşte buna bir yanıtları yok. Sadece susuyorlar. 

Kuşkusuz dar bölgeye hapsolmuş olması, kimi sekter ve yanlış yaklaşımlar gibi yetersizlikleri var. Ancak öz yönetim haktır ve sahip çıkmak gerekiyor. 

Ve Kürt Hareketinin öz yönetimi geliştirmekten başka şansı yok. 

İzleyip susacak mıyız?   

MERAL ÇİÇEK

Şengal’de neler oluyor?

Bundan iki hafta önce Federe Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani Şengal’in DAİŞ’ten kurtarıldığını açıkladı. Aynı gün HPG Şengal Komutanlığı ve YBŞ Genel Komutanlığı tarafından yapılan açıklamada ise Şengal şehir merkezinin özgürleştirildiği kaydedildi. Yani HPG ve YBŞ, Şengal’in aslında tümüyle DAİŞ’ten temizlenmediğine vurgu yapıp, hala kurtarılması gereken alanların olduğuna dikkat çektiler. Önceki gün de Êzîdî Ruhani Konseyi danışmanı Kerim Silêman, başta Başîqa olmak üzere Güney Şengal’deki köylerin ve kutsal mekanların kurtarılması için Barzani’ye mektup yazıklarını söyledi.

YBŞ, HPG ve YJA Star güçleri, DAİŞ’e karşı operasyona devam edip, en son dün stratejik Kolik tepesini özgürleştirdiler. Pêşmerge güçleri ise 2 günlük operasyonunun sonuçlandırıldığı 13 Kasım’dan sonra herhangi bir askeri eylemlilik geliştirmedi. Oysa DAİŞ tehdidi ortadan kaldırılmış değil. Êzîdî temsilcilerin de dikkat çektiği gibi birçok yer hala DAİŞ’in denetimi altında. Fakat nedense Şengal’de esas düşman DAİŞ değilmiş ve bölgenin kalanını özgürleştirme gibi bir gündem yokmuş gibi Kürt Özgürlük Hareketine karşı karalamacı iddialar ile gündem saptırılmaktadır. 

Örneğin günlerdir BasNews tarafından ‘PKK’nin Şengal’de Heşd el Şabi’ye bağlı bir askeri birlik kurmayı amaçladığı’ iddiası manşetten veriliyor. Bu iddia, Tuzhurmatu’da Heşd el Şabi ile Pêşmerge güçleri arasında çatışmaların yaşandığı bir sürece denk geliyor. Pêşmerge Komutanı Aştî Koçer ise hafta başında, CIA’nın Pêşmerge güçleriyle birlikte DAİŞ’in elindeki Êzîdî kadınların kurtarılması için operasyon planı yaptığını, ancak PKK’nin operasyonu engellediğini ve plandan bu nedenle vazgeçildiğini iddia etti. 

Diğer yandan Şengal şehir merkezinin kurtarılmasından beri hem Şengal hem de Duhok’ta, Êzîdîlerle Müslüman Kürtler arasında sorunlar giderek büyümekte. Pazar günü Duhok’ta 3 Müslüman Kürdün Êzîdîler tarafından öldürüldüğü haberinden sonra Pazartesi günü yaklaşık 100 kişi şehirdeki KDP binasının önünde toplanıp, ‘Êzîdîlerin suçsuz Kürt Müslümanlara dönük şiddeti’ni protesto etti. Êzîdî Press, Yekgirtû Îslamî yöneticilerinden Cemal Koçer’in ismini verip, bazı kişilerin halkı kışkırttığını belirtti. 

Ardından önceki akşam da Şengal’in güneyindeki Qabusiya köyünde Êzîdî Şêx Xeyri Birliği güçleri ile KDP’nin özel kuvvetleri olan Zerevani güçleri arasında çatışma çıktı. Çatışmada, Pêşmerge Bakanlığı’na bağlı Şêx Xeyri Birliği’nden 2 kişi, 1 Zerevani güçleri üyesi ile Duhoklu bir tır şoförü olduğu belirtilen 1 sivil öldü. Aralarında Şêx Xeyrî komutanı Şêx Merwan’ın da bulunduğu 5 kişi yaralanırken, 7 Êzîdî pêşmergenin Zerevanî güçleri tarafından gözaltına alındığı açıklandı.

Basında olay, koyun ticareti üzerine yaşanan bir tartışma sonucu çıkan bir tartışma olarak işlenirken, Êzîdî Press tarafından verilen bilgiler meselenin çok daha farklı olduğunu gösteriyor. Olayın yaşandığı akşam Êzîdî Press’in Twitter sayfasında bir Êzîdî Pêşmerge Komutanı’nın konuyla ilgili açıklaması şu şekilde paylaşıldı: “Êzîdî Pêşmerge Komutanı Kasım Dırbo ile yapılan bir görüşmeden sonra Mesud Barzani Êzîdîlere Qabusiya’ya müdahale yetkisini verdi. Ancak Zerevani Pêşmergelerinden bazıları bu talimata karşı durdu. Talimata rağmen Qabusiya’daki Müslüman Kürtlere DAİŞ işbirlikçilerini ve Êzîdîlerin malvarlığını gizlice Duhok’a çıkarmada yardım ettiler.”

Ağırlıkta Sünni Kürtlerin yaşadığı Qabusiya, 2 hafta öncesine kadar DAİŞ’in denetimindeydi. Şengal’i kurtarma operasyonu başladığında Şêx Xeyrî güçleri Qabusiya’daki operasyona katılmak istiyor, zira Êzîdîler bu köyde yaşayan Sünni Kürtlerin DAİŞ ile işbirliği yaptığını düşünüyor. Ancak sorumlu Pêşmerge komutanları Êzîdî güçlerin Qabusiya’dan uzak tutulması emrini veriyor. Êzîdîlerde büyük tepkiyle karşılanan ve kısa süreli bir geri çekilmeye sebep olan bu kararın ardından Êzîdî Pêşmerge Komutanı Kasim Dirbo Mesud Barzani ile görüşüp, Qabusiya’daki Sünni Kürtlerin DAİŞ’i desteklediğini ve geçen yılki soykırım esnasında Êzîdîlerin mal ve mülklerini talan ettiğini aktardı. Tepkiler üzerine Barzani, Êzîdî Pêşmergeleri Qabusiya’ya müdahil olmasına izin verirken, ayrıca DAİŞ ile işbirliğinden şüphe duyulan kişilerin Qabusiya’dan çıkmamasına karar veriliyor. Ancak karar bu iken Êzîdîler, Qabusiya’dan bazı kişilerin pêşmerge kıyafeti giydirilerek Duhok’a gönderildiğine şahit oluyor. Bu ise DAİŞ’le işbirliği kuşkularını artırıyor. 

Şengal, Êzîdî toplumunun ruhunda ve bedeninde çok derin yaralar açtı. Bu yaralar, Êzîdîlerin kolektif hafızasına işlendi. (Henüz tümüyle gerçekleştirilmeyen) Şengal’in DAİŞ’ten temizlenmesi, ganimet gibi kaçırılan köleleştirilen kadınların kurtarılması, halkın öz topraklarına dönmesi ve şehrin yeniden inşası ile bu yaralar kapanmayacaktır. Yaralar bir tek hakikat ile sarılabilir. Şengal Soykırımının resmi olarak ve uluslararası düzeyde tanınıp DAİŞ’in insanlık suçundan yargılanması, bu hakikatin sadece bir kısmını açığa çıkarabilir. Ancak yaşananlar tümüyle aydınlığa kavuşturulup gerçekle yüzleşilmediği müddetçe çelişkiler derinleşecektir.

İLHAM ADAR BAKIR
ilham_bakir@hotmail.com

Doğu-Batı anlatı geleneği karşıtlığı

Bugün doğu ve batı kültür dairesi diye tarif edilen, Samuel Huntington tarafından medeniyetler çatışması söylemi ile formüle edilen ve batıda önemli oranda kabul gören bu ayrım ve tanımlamaların nerdeyse tümü aslında batı merkezli üretilen tezlerdir. Doğu-Batı karşıtlığı içerisinde ifade edilen şey kendini anlatı geleneği meselesinde de bir ayrım olarak dayatmaktadır.  Doğu ve Batı kültür daireleri ayrımı çok uzun geçmişe dayanan tarihsel, toplumsal ve ideolojik değişimler sonucunda ortaya çıkmış farklılıkları ifade etmekle birlikte asıl olarak bu ayrımın derinleşmesi ve birbirinin içinden geçmeyen, birbirini kesmeyen dairelere dönüşmesi modernizm ile birlikte başlar. Bu bağlamda batıda anlatı da kendini ilk modern anlatı türü olan roman türü ile ifade eder. Modernist batı, toplumsallığın temel kurucu öğeleri olan mitoloji, felsefe ve sanatı (daha sonra modern çağda buna bilim de eklenir ve en temel kurucu öğeye dönüşür) antik Yunan ile başlatırken, modern anlatının döl yatağı olarak da Homeros’un İlyada ve Odisea’sını görür.

Bugün Batı sinemasının anlatı biçimleri de diğer türlerdeki tüm anlatılar da, hatta post modern çağın ürettiği tek bir eserde kendini var eden sonra başka bir eserde görülmeyen anlatı biçimleri de hep antik Yunan anlatı geleneğine dayanır. Batı’nın temel anlatı biçimini oluşturan dramatik yapı, Batı’nın kendine özgü sosyo-kültürel sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Doğunun geleneğinde  anlatı, Batı’dakinden oldukça farklı bir zihniyeti yansıtır. Batıkültürü, temsil özelliğini doğrudan temsil edilen nesneye olan gerçekliğe bağlar. Gerçekliğin mükemmel temsili ve perspektif olgusu, bireyin Batı kültüründe merkezi bir figür haline geldiğinin görsel ifadesidir. John Berger bunu ‘Görme Biçimleri’ adlı kitabında ayrıntılarıyla açıklar. Berger’e göre Batı sanat anlayışında görüntü, bireyin dünyayı nasıl gördüğünün bir kaydıdır ve bu görüntü, bireyin gözünü görünen nesneler dünyasının ‘merkezi’ yapacak şekilde üretilmektedir. Bir başka deyişle, Batı imge dünyasında perspektif, çerçeve içinde bireyin formüle edilişinden başka bir şey değildir.

Anlatı yapılanmasıyla toplumsal kültür arasında oldukça yakın ve doğrudan bir bağ vardır. Özgün anlatı grameri oluşturmak isteyen her toplumun kendi kültürünün anlatı geleneklerine uygun biçimleri yaratma çabasının peşinde koşması son derece önemlidir. Batı düşüncesinde Aydınlama ile birlikte mekân ve zaman tasarımının kavramsal temellerinde önemli değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Aydınlanma düşüncesi, zamanı ve mekanı doğal bir olgu olarak almış ve onu rasyonel bir biçimde düzenlemenin ilkelerini oluşturmuştur. Aydınlanma’yla birlikte, zaman ve mekan, tanrının(kutsallar) yüceliğini yansıtmak üzere değil, bilinç ve irade ile donanmış özgür ve aktif birey olarak insana göre yeniden tasarlanmaya başlanmıştır. Batının içselleştirip doğal parçası haline getirdiği bu yaklaşım, doğu kültüründe dolayısıyla doğu anlatısında çelişkili bir görünüme, artzamanlı olmayan bir zaman algısına yani eşzamanlı bir zaman algısına bürünür. Doğu anlatısında kişi-zaman-mekan unsurlarında uyumlu bir ilinti yoktur. Mekan ve kişi her an değişebilir ve bu bir nedenselliğe oturmak zorunda değildir.

MEDENİ FERHO
medeniferho@hotmail.de

Meşruiyeta dewleta Tirk

Dewleta Tirk di 37. salvegera damezrandina PKK’ê de, êrîşên li dijî gelê Kurd, berfireh û dijwar kirin. Di sêkûçka Rojava, Qendîl û Bakûr de êrîşan dike. Di êrîşên faşîzan li dijî navçeya Nisêbînê de, parlamenter, şaredarên Kurd jî hedef girtin.

Parlamenter Mithat Sancar û Hevseroka DBP Emine Ayna bêhal kirin. Xwestin Hevşaredarê Mêrdînê Ahmet Turk jî bigirin binçavan. Di heman demê de, li dijî Hevserokê HDP’ê Selahaddîn Demirtaş êrîşek suiqastê pêkanîn. 

Dewleta AKP’ê ku rewşa awarte li navçeyan ilan dike û kontrayên bi Qesrê ve girêdayî, wek gurên har êrîşî Kurdan dikin. Medya Tirk jî, sansûr daniye ser kiryarên faşîzan û cihan jî kerrûlal, li kuştina Kurdan temaşe dike.

Ev rewş, tecrîd e û têkildarî tecrîda li Îmralî ye, siyaseta blokajkirin û  fetisandinê ye. Erdogan û AKPê, bi tecrîda li Îmralî Birêz Oclana îzole kirin, bêdeng kirin, dixwazin hêdî hêdî birizînin.

Di şerê li dijî gelê Kurd de; macro netewparêziya Erdogan û AKPê, (rengêkesk), bi macro netewprêziya artêşê û laîk (rengê spî) re hevkariyê dikin. Dorpeçkirina navçeyan û êrîşên faşîzan jî encama vê hevkariyê ne. 

Sloganên faşîzma Qesrê jî hatine guhertin: Li ser dîwarên avaniyên navçeyan “eseddullah”, “her bijî kesê bêje ez tirk im“, “T.C li her derê ye“, “dewleta te heye îxanetê neke“ û “Jontem li vir e“. Ev sloganên faşîzan sûc in. Lê dozgerên tirk û dadger li hemberî vî sûcî lalûebkem in. 

Dema ku ciwanekî Kurd devê xwe vedike, kontrayên faşîst, hîna nizanin wê ciwan çi bêje, fişekê berdidine bedena wî û dikujin. Kuştina Kurdan rewa ye, mafê kontra û çeteyan e. Li hemberî vê: Gelek kes û derdor dibêjin, “hîna ne wextê kolana xendekan bû“. Ez dipirsim gelo piştî şerê 37 salî, kengî dema wê ye? Di dema vekirina dibistanên mînak de, heman tişt hate gotin; di dema kamapanya zimanê zikmakî de heman tişt hate gotin; di dema parastina şehîdgehan de heman tişt hate gotin… Lê di dema makro netewprêziya tirk, diwar li sinor Binxet û Serxetê lêkirin, kesî deng nekir. Kes û derdorên ku baş dizanin, dewleta tirk ji bo mafên Kurdan gavekê bi tenê jî navêje, gelo çi dixwazin? Dewleta Tirk di sedsala bsîtûyekê de, piştî şerê 37 salî, hîna restorasyon jî nedaye dest pê kirin. Gelo ev kes û derdor, hêviyekê ji makro netewparêziya tirk dikin? 

Pirs: Di 90-92an de, 4 hezar gund valakirin, 5 milyon mirov koçber kirin. Îro jî dêr û mizgeftan, gorîstanan bombe dike. Makro Erdogan, vegeriya destpêkê, gelo kengî wê dema kolana xendekan werê? 

Makro Erdoganê ku her roj  di ekranên televizyonan de dibêje, “heta yek terorîst bimîne emê şer bikin“ yanî yek Kurd bimîne, ewê Kurdan bikuje. Dîse dibêje;  “em, ji xwedêdayan, ji ber Xweda hes dikin“, lê ev gotin bûye sembola fermana kuştina xwedîdayên Kurd. Gelo,  Xwedayê ku Erdogan pê sund dixwe û jê bawer dike, gelê Kurd, Suryanî û Ermenî ne afirandine?  Makro Erdogan, asîmilasyon wek sucê mirovaniyê bi nav kir, lê Kurdan bi devê tivingê, bi berê topan asimile dike. 

Tirkiyê ji cîhanê cûda ye, hişmendiya tirkan jî ji ya mirovaniyê û modern cûda ye. Mîratzadeyên ecdadan, her kesî xulam û tune dibînin.  Bi vê hişmendiyê jî haraket dikin. 40 sal in li devê deriyê Yekîtiya Ewropa diçin û tên, dîse jî dibêjin, “krîterên Enqera jî hene“. Krîterên Enqera, qirkirina Kurdan e, bêdnegkirina medya ye, girtina rojnamevanan e, xirimandina taqên xaniyên navçeyên  li Bakurê Kurdistanê ye; bombardumana Herêmên Parastina Medya ye. Tecrîd e, îzolekirina Rêberê Haraketa Azadiya Kurd Ocalan e; fetisandina Şoreşa Rojava ye!.. 

Ez wek nivîskarekî, wek rojnamevanekî,  ne biyaniyê xaniyên bi topan hatine wêrankirin im. Zarokatiya min di nava kavilên ku bi topên dewleta Osmanî û Tirk hatine wêrankirin de derbas bû. Sê caran, topan xaniyên me bi ser serê malbatê de hêrivandin. Hîna jî ew xanî kavil in. Îro jî li navçeyên Bakurê Kurdistanê xaniyan, taxan wêran dikin. Dikujin, talan dikin û koçber dikin. Gelo ji bo Kurdan  pêdivî bi propagendeya  “ne wextê kolana xendekên li kolana ne“ heye? Ev jî xizmeta dagirkerên metinger dike. Divê pêşî, li dijî xendekên bi destê Kurdan li dijî Kurdan têne kolan deng bilind bibe; li dijî qazanên ku cografya Kurdistanê dikina nava hêlan û hezê deng bilind bibe; li dijî xak û malbatan ji hev parçedike deng bilind bibe. 

VêcA: Dewleta Tir, ji bo Kurdan dojehek avakiriye û dixwazê efendîdtiya xwe li ser Kurdan saz bike. Bi kanunên xwe ev kiryara sucê mirovaniyê û ant-î demokratîk meşrû kiriye. Di dîroka cîhanê de, dewletên dagirker û metinger li gel gelan meşrû nabin û meşrû nayên dîtin. Gelê Kurd jî, piştî hewqas zilm, zordarî, qirkirin, inkarkirinê, Dewleta Tirk û qnaunên wê meşrû nabînin.  Dewletek kujer, xwedî zihniyeta makro netewparêz meşrûiyeta xwe winda kiriye. Lewra Kurd mecburê têkoşînê ne, mecburê berxwedanê ne. Lêgerîna li mafan û azadiyê meşrû ye, kuştin, talankirin, wêrankirin, tecrîd û îzolokirin,   dagirkirin û qirkirin ant-î meşrû ye. 

Ji bilî tekoşîn û berxwedanê tu riyek, tu şivileyek li pêşiya Kurdan nemaye. 

Devrim ocağı PKK

Hüseyin Ali

Bugün sadece Kürdistan’ın değil, dünyanın hem en uzun süreli, hem de en yoğun ideolojik, siyasi ve askeri mücadelesini veren PKK’nin kuruluşunun 37. yıldönümü. Apocular grubunun oluşumunun ise 43. yılı. Belki örgüt ve parti olarak daha uzun ömürlü olanlar olmuştur, ancak uzun yıllar bu kadar yoğun mücadele veren başka bir örgüt ve parti olmamıştır. Hem askeri eylem, hem de halk eyleminde dünya rekoruna sahiptir. Dünyanın başka bir yerinde olsaydı klasik ölçülere göre bu mücadele bir siyasi sonuca ulaşırdı. Eğer ulaşmamışsa bu, Türk devletinin çok katı inkarcı ve şovenist olmasından ileri gelmiştir. Bırakalım askeri eylemleri, sadece bu kadar halk eylemi ve mücadelesi verilen bir yerde mutlaka siyasal amaçlarına tümden ulaşılırdı. Kuşkusuz uluslararası komployla Önder Apo’nun esaret altına alınmasında açıkça görüldüğü gibi Türk devletinin uluslararası güçlerden aldığı destek de Kürt sorununun çözümünün uzamasına yol açmıştır. Öte yandan Ortadoğu’nun dünya dengelerinin kurulduğu yer olmasından dolayı bırakalım sınırların değiştirilmesini, iç siyasi dengelerin bile değiştirilmesinin kolay olmaması gerçeği de bunda önemli bir etkendir.

Bu mücadelenin uzamasını kimse arzulamazdı. Ancak bu mücadelenin uzaması PKK’yi sadece Kürdistan’ın değil, tüm bölge ülkeleri ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde rol oynayan bir konuma getirmiştir. PKK ve halk bu uzun yıllarda çeliğe suyun verilmesi gibi güçlenmiştir. PKK’nin tecrübesi ve mücadele gücü arttığı gibi, Kürt halkının da tecrübesi ve mücadele gücü artmıştır. Özellikle Türk devletinin özel savaşçı ve kültürel soykırımcı sömürgeci gerçeği çok iyi tanınmıştır. Mücadele içinde Kürt halkının yurtseverlik ölçüleri de, demokratik karakteri de hem derinleşmiş, hem de kapsamlılaşmıştır. Kürt halkı örgütlenmeden kaçan, örgütlenmeye uzak bir toplum iken, örgütlenmeye yatkın bir toplum haline gelmiştir. Yine politikayla ilgilenmez, evrensel hakları ve hukuk konusunda bir duyarlılık göstermezken, sadece günlük yaşamını idame ettirme peşinde koşarken şimdi dünyanın en politik halkı haline gelmiştir. Özgürlüğü için direnen halk gerçekliği ortaya çıkmıştır. Apocu grup ilk çıktığında Kürt Halk Önderi esas amacın edilgen, kaderine razı hale getirilmiş Kürt halk gerçeğinden özgürlüğü için mücadele eden bir halk gerçekliği yaratma olduğunu vurgulamıştır. Bugün hedeflenen en temel amaca ulaşılmıştır.

Eğer bugün Kürdistan halkı en ağır baskı ve saldırılar ortamında direniyorsa, bu gerçekleşen demokratik ulusal devrim sonucu özgürlüğü için direnen halk gerçekliğine ulaşılması nedeniyledir. Bugün halk direnişinin en güçlü olduğu yerler ulusal diriliş devriminin, demokratik devrimin, sosyal devrimin ve kültür devriminin ilk gerçekleştiği yerlerdir. Örneğin Nusaybin Kürdistan’ın özgürlük devrimine kadının yoğun olarak katıldığı yerlerin başında gelmektedir. Daha serhıldanların geliştiği 1990’lı yılların başında yüzlerce genç kız gerilla saflarına katılmıştır. Nusaybin’de o günden bugüne genç kızların katılımı yoğunca sürmektedir. Yine Cizre kadın direnişçilerinin sembol olduğu şehirdir. Berivan (Binevş Agal) Cizre’de serhıldanın gelişmesinde ilk rol oynayan kadın militandır. O günden bugüne Cizreli kadınlar Berivan’ın izinden giderek devrimci mücadelenin öncülüğünü yapmaktadırlar.

Kürdistan özgürlük devrimi kırk yıldır toplumdaki özgürlük ve demokrasi bilincini, örgütlülüğünü, mücadele iradesini nakış gibi gün gün örmüş, PKK’nin 38. yılında kendi kendini yönetir hale getirmiştir. Zaten bir partinin amacı bu olmalıdır. Halkın kendi kendisini yönetmesini sağlamak her zaman siyasetin temel amacı olmalıdır. Zaten gerçek demokrasi de, gerçek özgürlük de, gerçek devrim de budur. Yoksa devlet kurmak ya da bir eliti toplum üzerinde iktidar yapmak devrim değildir. Zaten PKK’nin gerçekleştirdiği en büyük devrimlerden biri de Kürdistan’da egemen sınıf olan ağaları, beyleri bu konumdan çıkarmış, halkı güç yaparak halkın kendi iradesini kendi eline almasını sağlamıştır.

PKK sadece Kuzey Kürdistan’da demokratik ve özgürlükçü bir toplum yaratmamıştır; Rojava’daki halk gerçekliği PKK’nin yaratımıdır. PKK önderliği yirmi yıl Rojava’da kalmış, aile aile, mahalle mahalle, köy köy örgütlemiştir. Belki kendisi Şam’ın ve Halep’in mahalleleri dışında yerinde çalışma imkanı bulamamıştır; ama Rojavalılar yaşlı, kadın, genç, çocuk bu önderliğin yanına giderek aydınlanmışlar ve irade kazanmışlardır. Bu önderlikle bir gün bile yan yana kalan halk, bu önderliğin devrim yapacağına ve halkı özgürleştireceğine inanmıştır. Rojava halkı bu inançla bugün direnmekte; sadece Rojava’nın değil, Suriye’nin de özgür ve demokratik yaşamını sağlamaya çalışmaktadır.

Bugün Kürdistan’ın dört parçasının bu kadar yakın hale gelmesini sağlayan da PKK’dir. Sınırlar kaldırılmadan Kürdistan halkını birleştirmiştir; Kürdistan’ı birleştirmiştir. Sınırlar kalkmadan, sınırları sorun yapmadan da bu birleşmenin sağlanacağını kanıtlamıştır. Bugün Kürt Halk Önderi sadece bir parçanın değil, Kürdistan’ın dört parçasının önderliği haline gelmiştir. Dört parçada bir referandum yapılsa ve ulusal Önder kimdir diye sorulsa, halk ezici bir çoğunlukla PKK Önderliği Abdullah Öcalan’dır diyecektir.

PKK’nin yaptığı en büyük devrimlerden biri de Kürdistan’daki halk topluluklarını dili, kültürü, inancı ne olursa olsun birleştirmiş olmasıdır. Tüm farklılıkların kendi kimliği ve özgünlüğüyle özgür ve demokratik temelde yaşamasını sağlamıştır. Bunun garantisi olmuştur. Tarih boyu horlanan, ezilen, varlığı yok olma noktasına getirilen Êzîdî halkını Kürdistan’ın itibarlı ve onurlu toplumu haline getirmesi bunun en somut kanıtıdır. PKK; Sünni, Alevi, Êzîdî tüm Kürtleri etrafında birleştirmiştir. Ortadoğu’nun ve Kürdistan’ın kadim halklarından olan Asuri-Süryani-Keldani halklarının yeniden onurlu ve başı dik bir toplum haline gelmeleri PKK’nin çizgisi ve mücadelesiyle sağlanmıştır. Mehalmilerin ve Arapların kendi kimlikleriyle Kürdistan’da onurlu bir biçimde var olmaları da PKK’nin demokratik özgürlükçü anlayışı sonucudur. PKK Kürdistan’da hiçbir farklı kimliğin ve inancın horlanmasına, ezilmesine, ötekileştirilmesine müsaade etmeyen bir zihniyete ve pratiğe sahiptir. Özcesi PKK sadece Kürt’ü esas alan bir ulus anlayışına sahip değildir; bir coğrafyada yaşayan herkesi demokratik ulusun asli üyesi olarak görmektedir.

PKK, toplumları ve halkları değiştiren, zihniyetleri ve siyasetleri değiştiren bir devrimci harekettir; bir devrim ocağıdır. PKK’yi devlet ve iktidar ölçülerine göre değerlendirmek yanlıştır. PKK, tarihteki tüm hareketler içinde en fazla mücadele eden ve en fazla sonuç alan harekettir. PKK kadar halklar, toplumlar, topluluklar ve bireyler için sonuç alan başka bir hareket yoktur. PKK, Kürdistan’dan başlayarak tüm Ortadoğu’yu özgür ve demokratik yaşama kavuşturana kadar mücadelesini sürdürecektir. Önder Apo iki yıl önce “şimdiye kadar yaptıklarımız hazırlıktı, asıl mücadele ve sonuç alma dönemi bundan sonra başlayacaktır” diyerek PKK’nin gerçeğini ve karakterini ortaya koymuştur.

Barış ağacı

Sabri Agir

Barış ve ağaç. Biri soyut, biri somut iki kutsal kavram.

Ve de insan. İlk bakışta bu iki kavram kadar kutsal olduğunu söyleyemediğimiz, göreceli bir sıfatla nitelendirilmiş insan.

Barış, ağaç ve insanın serüveni çok  eski. Tarihin onu kayıtlara geçmesinden de eski.

Belki de insan insan olalı, ilk ağaçla dost oldu. Onunla ilişkilendi. Onunla yaşama tutundu. Ona sığındı. Ondan beslendi, yaşamı onunla ördü.

20. yüzyılda plastik, yaşamımızın hemen her alanında kullanılmaya başlanmadan önce, onun yerine kullanılırdı ağaç.

Barınma, korunma, beslenme, enerji, mobilya, ulaşım gibi temel ihtiyaçlardan tutalım, eğlence, savaş, sağlık sektörüne kadar yaşamımızın adeta vazgeçilmezi, kutsalı.

Sedir, meşe, palamut, kayın, söğüt, ıhlamur, çam, manolya, elma, kayısı, erik, kestane, ceviz, iğde, selvi ve daha saymakla bitiremiyeceğim ve her andığımda heyecan duyduğum, dünyada sadece tropik bölge ormanlarında 50.000 civarında çeşidi olduğu söylenen ağaç.

Sedir ormanlarında yaşayan tanrılar ve bu ormanın koruyucusu olan Humbaba ile içinden geldiği ve kendini var eden değerlerden kopan enkidu’nun, o’na ve onlara ihanet edince günümüze kadar yaşamın anlamının nerede kırıldığının, yitirildiğinin öyküsü değil bu yazı.

Yine sadece fotosentez olayı ile yaşamımızın temel kaynağı olan oksijeni üretmekle kalmayıp, kökleriyle de toprağın betonlaşmasını önleyen, gövdesinde barındırdığı binlerce böcek ve bakteri ile evrenin döngüsünde temel bir işlevselliği olan, dünyanın ısı dengesini koruyan, kuraklığı önleyen, yaşam kaynağımız olan havayı temizleyip suyu dengeleyen, psikoterapide kullanılan, dört mevsimde renk cümbüşü ile huzur ve dinginlik sağlayan ağaç.

Onun kutsallığını yitirdiğimizde insanlığın da bir çok değerini yitirdiğini fark etmediğimiz ağaç. Etrafımızda ancak anlam dolu bakışlarla baktığımızda şefkatini, merhametini, bereketini, nimetini farketttiğimiz ama bakışımızın anlamını yitirdiğinde, baktığımız halde göremediğimiz ağaç.

Eko sistemde ve yaşamın varoluşunda toprak, su ve hava ile birlikte başat rolü olan ağaç.

Günümüzde biz ve polis farkında olmasak da bizim farkımızda olan ağaç. Yazacağım yazı hakkında bir giriş paragrafı olarak değilde kendisini konu alsam belki de onlarca kitaba konu olacak ağacın bu yazıda farklı bir hikayesini paylaşmak istedim.

Birkaç arkadaş ile birlikte Ezidi toplumunun yeni yerini ziyaret ediyoruz. Bahçenin her tarafında dünyanın değişik kıtalarından getirilmiş ve önlerinde küçük tabelalar dikilerek, kimlik bilgileri bulunan ağaçlar var. Dolaşırken, bu ağaçların birinin altında durmuş ve büyük bir sevgi ile altında durdukları ağaca bakan iki yaşlı Alman kadınına rastlıyoruz.

“Buranın yeni sahipleri siz misiniz” diye soruyor biri.

“Evet” diyor yanımdaki arkadaş.

Soruyu soran aynı kadın, “Nolur bu ağacımızı koruyun” diyerek yürek yakan bir ses tonu ile anlamlandıramadığımız bir ricada bulunuyor, altında durduğu ağacı göstererek. Bunun üzerine meraklanıp soruyor arkadaşım.

“Neden bu ağacı”

“Bu bizim barış ağacımız” diyor. Bakışlarında, yazılmayan ve fakat yaşanan ahlaki-politik bir toplumun tarihinin izdüşümü olan kadın. Ve hikayesini anlatıyor barış ağacının. Yaşadıkları bu çevrenin barış ağacıymış meğer. Birkaç şehir, onlarca kasaba ve yüzlerce köyün barış ağacı. ‘Kutsal ağaç’ da diyorlarmış. Bu yörede yaşayan insanlar arasında bir anlşamazlık, kavga, sorun yaşandığında, taraflar köylülerin ve şahitlerin huzurunda bu ağacın altında kurarlarmış mahkemelerini. Yani öyle adliye sarayları, hakimler, yargıçlar, polis ve savcılar gerekmeden kendileri gelip barış ağacının altında kendi sorunlarını çözerlermiş.

Ağacın hemen altında yuvarlak taş bir masa var. Masa ile ağacın arasında üç şahidin oturacağı ağaçtan bir bank. Bu bank’ta yörede en çok güvenilen üç kişiden oluşan şahitler otururmuş. Şahitler kesinlikle davanın görülme anında hiç bir şeye karışmıyor, görüş belirtmiyor, müdahale etmiyor. Görevleri, sadece tartışmayı dinlemek ve tartışmanın sonunda varılacak kararı kayıt altına alıp ileride taraflardan biri karara uymaz da farklı bir tutum içine girerse gerçeği söyleyen vasıftaymışlar. Masanın yuvarlak olmasının da bir anlamı var. Herkesin bir birine eşit mesafede olmasını ve yüz yüze, biribirilerinin gözlerine bakmasını sağlıyormuş. Sorunlu olan taraflar bu masanın etrafında, köylülerin huzurunda sorunlarını ve taleplerini dile getiriyor, varsa şahitler ve belgeler dinleniyor ve köylüler şahitlerin huzurunda bir karara varıyor ve dağılıyorlarmış.

Ağaç, tüm yöre halkı tarafından kutsal sayıldığından bu ağacın altında yalan söylenmeyecek olması. Şayet taraflardan biri kutsal ağacın altında mahkemesi görülüp karara bağlanan olaydan sonra karara uymaz ya alınan kararı kabul etmez ise “Bu kişi kutsal ağacın altında yalan söyledi, verdiği söze bağlı kalmadı” denilerek tüm yörede teşhir ediliyormuş. Hiç kimse o kişi ile komşuluk yapmıyor, akrabalık kurmuyor, ticaret yapmıyor. Ne zor günün de ne mutlu bir anında yanında olmuyor, ekmeğini yemiyor, suyunu içmiyor, hatta konuşulmuyormuş. Yaşamın gerekçesi olan tüm bağlar koparılıyor ve ahlaki bir yaptırım olan tecrit ile teşhir ediliyormuş. Zaten toplumsal değerlerle bağı kalmadan yaşanamayacağına göre bir bakıma ölüme terk ediliyor. İnsanın ve toplumsallşamanın en kutsal erdemi olan ahlaka yapılmış en büyük ihanet olan yalan söylemesi o kişiyi zaten en ağır ceza olan tecrit ile cezalandırırken, bir de bunu kutsal ağacın altında yapması onun teşirinin haklı bir gerekçesi olarak benimseniyor. Toplumun kutsalına yapılmış en küçük bir ihanet ile insanın inanç ve güvenini sarsmasına karşılık en büyük yaptırım olarak onların yaşamından silinmesinin acısını göze alamayan bireyin bırakın yalan söylemesi, kötülüğü aklından geçirmesi bile düşünülemez. Ama kutsalını yitirmiş birey ve toplumlar için ise zaten ahlaktan, vicdandan ve insanlıktan bahsetmenin de anlamı kalmıyor. Bu anlam yitiminden sonraki aşama ister dejenerasyon olsun, ister duyarsızlık, ister günümüzde olduğu gibi günde onlarca masum ve savunmasız insanın vahşice katledilmesi olsun. Artık durdurulamaz ve günlük yaşamın bir parçası haline gelir. Egemenler bunu önlemek için istedikleri kadar hukuk ve demokrasi normlarıyla bir sistem oluşturmaya çalışsın, mümkünatı yoktur bunun. Hukuk, yitirilmiş ve ihanete uğramış ahlakın boşluğunu dolduramaz, onun işlevini göremez. Kutsiyetini ve ahlaki değerleri yitirmiş bir insanlık, vicdanıyla yaşamı öremeyen ve yön veremeyen bir insanlık da, dünyanın en gelişkin hukuku ile bile kontrol edilmeye çalışılsın, yaşamın yörüngesine giremez. İşte ahlaki politik bir toplumu inşa etmek hedefiyle bugünü kurmaya çalışan özgürlük mücadelesinin hayata geçirmeye çalıştığı özerkliğin böyle de bir amacı, bir anlamı, bir hedefi var.

O ağaca ve onlarca ağaca beni, bizi bu yargıya vardırdıkları için minettarım, minettarız.

Ne dersiniz! Hepimizin, insanlığın, yeniden bir barış ağacına ihtiyacı yok mu?

Rüzgar ekenler şimdi fırtınayı biçiyor

Mihdi Perinçek

İnsanlar yaratılan, yaşadığı koşulların ürünüdür.

Birçok Kürt siyasetçi, on yıl öncesinden başlayarak; “Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü noktasında bizler son şans-potansiyeliz. Gelen nesille bu temelde çözüm zor olacaktır” realitesinin altını defalarca çizdi.

Devlet, sürekli bu sosyolojik, psikolojik olguya yönelik üç maymunu oynadı.

Ne zamana kadar?

Ta ki Kobanê’nin özgürleştirilmesi için 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde tüm Kürdistan’da yaşanan sert direnişe kadar.

Bu sefer de geleneksel kodu, çözüm üretmeyen güvenlikçi aklı işletme kararını aldı. Şiddet ve savaşla kırmak, ezmek ve yok etmek.

Bu konseptin de tutmadığını Varto, Cizre, Sur, Lice, Şırnak, Silvan ve Nusaybin’de “Öz Savunma anlayışıyla” yaşananlara baktığımızda görebiliyoruz.

Bu nedenle; buralarda yaşananları görünen yönleriyle değil görünmek istenmeyen ve görmek için çaba gösterilmeyen yönleriyle sosyolojik bir analize ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Buralarda hangi kodlar öndedir?

Bu çok sert savunmanın ana dinamiği kimlerdir?

Neler yaşadılar?

Niye oralarda sert savunma yapıyorlar?

Hangi duyguları edinmişler?

Kimler onlara bu duyguları edindirdiler?

Bu edinimlerinde, devletin dışında başka kimleri de sorumlu görüyorlar?

Ne istiyorlar? Neye karşıdırlar?

Dilimin döndüğü, aklımın erdiği kadarıyla bu sorulara biraz açıklık getirmek istiyorum.

Bu sert “öz savunmanın” ana dinamiği 90’lı yıllarda yaşanan savaşın “çocuklarıdır”. Yaşamları boyunca acılarla yoğrulanlardır. Daha minnacık çocukken, annesi, babası, amcası, dedesi gözleri önünde işkencelere maruz kaldı, katledildiler. Evleri başlarına yıkıldı, yakıldı. Canlarını zor kurtarabildiler. Onların “hayat damarı” olan yurtlarından sürüldüler. Gittikleri yerlerde hor görüldüler, dışlandılar. Sefaleti iliklerine kadar yaşadılar. Onlara sevgi ile açılan kucaklardan hep mahrum kaldılar. Derler ya “hayatın sillesini hep yanaklarında hissetiler”. Büyüdüler. Gençlik çağına geldiler. Merkez medyadan bir gazetenin küçük bir haberinde söyle bir veri yayınlanmıştı. “Sadece Diyarbakır sokaklarında böylesi 2-3 bin genç vardır”.

Tüm bunlara rağmen hayata tutunmaya başardılar. Yaşadıklarından intikam alırcasına didindiler, çalıştılar, bazıları okullarının başarılı öğrencileri dahi olmayı başardılar.

Ama yaşadıkları üzerinden şekillenen öfke ve kinleri gün be gün büyümüştü. Olumlu tedbir alınmadığı zaman; öfkenin tek çıktısı vardır, o da intikam almaktır.

Çoğu elek haline gelen sınır hattından geçerek Rojava’nın sivil savunmasının kısa süreli neferleri dahi oldular. Kendilerine olan güvenlerinde bir artış yaşadıklarını hissettiler.

Özgürlüklerini, mutluluklarını, sevgilerini ve hayat damarlarını kaybettikleri yerlere dönmeye ve kaybettiklerini buralarda arama, bulma umutları büyümüştü.

Ne yazık ki, dönüşleri öfkelerini azaltmamış daha da artırmıştı.

Kendileri sefalet içinde yaşarken Kürt komşusunun rahatı yerindeydi. Hatta bazıları savaş zengini olmuştu. Kürdistan kentlerinden koca koca lüks binaların, son model arabaların sıra sıra dizildiği sokaklarda yürümekten zorluklar yaşamaya başlamışlardı.

Eş, akraba, dost, aşiretinin insanı, dünün karşıtları, çıkar ortakları köşe başlarının ballı böreklerini paylaşıyordu.

Bunlara sessiz kalmaması gereken ana irade ise sessizliğin alasını yaşayarak bunun büyümesine objektif olarak zemin sunmasına da anlam veremiyorlardı.

Büyük bir ihtimalle şuna iman getirdiler. Her kim tarafından olursa olsun kendilerine dayatılan yaşamı artık ret edeceklerdi. Artık kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi gerektiğine inandılar. İman mı kararı, karar mı imanı besledi inanın ki onu da bilemiyorum.

Ama, herkes gelişmelerin kendisine olası yansıması üzerinden-menfaat- bir pozisyon almaya başlamıştı. Görüldüğü kadarıyla ya çok cılız bir destekle, ya da yalnızlıkta bir yürüyüş devam ediyor.

Benim gibi yaşı ilerlemiş kişiler; 70’li yılların sonu ile 80’li ve 90’lı yılların şu sözlerini hatırlarlar.

“Bir avuç çapulcu”.

“Bu koca devletle kavga edilir mi?”

“Bunlar rahatımızı bozuyorlar”. Vs. vs. vs.

Ama bugün…

Botan’da Hogır pratiğini de hatırlayan bir Kürt yurttaşı olarak kendimce görünmeyene bir ayna tutmak istedim.